Cinlerin düğünü ya da...
“Bir kere de evde yapayalnız kalmıştım. Salon gibi bir yerdeydim. Orada, yarı karanlıkta birden cinler çocuklar, çok renkli, süslü elbiseler sökün ettiler gibi geldi bana. O kadar giymişler. Çalgılar, eğlenceler içinde kalabalıktılar ki, şaşırmıştım. Kadınlar, düğün yapıyorlar, gelin götürüyorlardı…”
Sezai Karakoç, Ahmet Hamdi Tanpınar benzeri ilk sanat zevkini böylesi bir yaşantı, yanılsama, hayal, rüya veya düşşel yaratı halinde Ergani Maden’inde tecrübe ettiğini yazar hatıralarında. Çok çok ayrıntıya girmese bile çocukluğun yaratıcı hamlesi gecikmeden onu da yakalayacak ve tuhaf bir şekilde Anadolu’nun pek çok köşesinde anlatıldığı şekliyle ‘cinlerin düğünü’nün kendisinde de yankılandığını yazacaktır. Metinde geçen evde yalnız kalmak, yarı karanlık, renk ve ses cümbüşü tabirleri aslında hayli yoruma kapı aralar. Karakoç da bu yaşantıyı doğal bir şüphe, arada bırakılan bir müphemiyetle dile döker. Bu anlatının başka bir yüzü daha vardır ve Sezai Karakoç, Zülküfül Makamı ziyareti dönüşünde yağmur altında önünde koşan bir buzağıdan bahseder. Her iki anekdot salt bakir ve tekrarlanamaz öncelikleriyle bizi ilgilendirir. Simge, sembol, metafizik ürperti yanında insanı sürekli yoğuran ham korku ‘büyüyüp de çocuk kalan’ mizaçların şiir ve düşüncesinde silinmez izler bırakır.Şüphesiz sanat kadar hayat da bir başına tek sebebe indirgenemez. Sanatçı mizacın çocukluktan taşıdığı su ise çok yönlü yoruma ancak eserle ve hayatla ilişkilendirilebildiğinde hayati değerdedir. Karakoç’un sürprizli patlamalarla ilerleyen şiiri düşünüldüğünde, küçük bir çocuğun ‘cinlerin düğünü’ karşısında çaresiz şaşkınlığı kadar bundan aldığı saklı haz tespit edilir. Düğün oluşun salt sinerjisi değil katışıksız madeni olmakla kalmaz mizacın ilkel dürtülerini de kapsar. Renkler, sesler ve ışıklarla hayatın gerçekliğine yaklaşma çabası taşısa da onların bilgi ile bilinç arasındaki belirsizlikleri yaratımın sürekliliğinde cevher işlevi görür. Çocukluk o bitmez yaratıcı enerjisini sonuna kadar koruyacaktır Karakoç’ta.
Henüz verim sürecindeyken Karakoç şiirinin erken okunmamış olması sadece estetik katmanların üst üste gelmesiyle sonuçlanmaz, dahası bazı çıkmazlara da sebep olur. Onun duyarlığında çoklu algı kadar çok çeperli şiir ve hayat fikri aşk söz konusu olduğunda da ışıldar. Bu ışıldayış öteki, okur, kültürel ve sosyal çevre tarafından devralınamaz. Bir süre sonra da onun benliğinde sert tortu bırakır. Monna Rosa mesela büyük ve talihsiz bir algı çıkmazıdır. Oysa aşk tek öznede aranmadığı gibi orada da sıkışmaz. ‘Aşktan aşkınlığa’ geçiş istenci temel ve karakteristik bir göstergedir. Burada şu soruyu sormak gerekir. Sadece tek bir kadına mı ilgi duymuştur şair? Mesela Bütün şiirlerde söylediğim sensin/ Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin/ Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın...
Burada Salome ve Belkıs tesadüfen belirmez kanaatimce. İkisi de farklı kadın tipolojiler olarak gerilerinde sembolik hikayeler taşırlar. Leyla’nın Salome mi yoksa Belkıs olarak mı algılandığı sır. Fakat, Monna Rosa şiirinin işaret ettiği kadına Leyla’yı yakıştırmak sürpriz sayılmaz. Fakat ya Suna? Sebepsiz mi? Öylesine mi? Şuur, şiir sürçmesi mi? Ya da! Cinlerin armağanı mı? Niçin bu düğünlerin odağında gelin vardır ayrıca. Şiirle gelin arasında bir kök bağı olamaz mı?
Ya da 1957 tarihli Kayboluş şiiri bize biraz ipucu verebilir mi? Onu kaybettim bir kış gününde. Kimdir o? Kimdi? Eğer, Sezai Karakoç üzerine atılan efsane şallarına itibar edersek sonsuz ihtimaller ve hikayeler içinde kaybolmakla kalmaz onun hayatla dolu insanca ve pek insanca taraflarını da karatmış oluruz. Onunla geçirdiğimiz zamanlar boyunca pek çok sürprizlerle karşılaşırdık. Bir gün bu sürprizlerden birisi oldu ve kendisi hiçbir yerde yazmadığı ve Suna’nın öyle tesadüfen şiire girmediğini dolaylı şekilde dışa vurmuş oldu. Üstelik bunu anlatırken kendisi gülerek ‘itiraf’ nitelemesinde bulundu. Sezai Karakoç yeri ve zamanı geldiğinde bir çocuk denli sadeleşip yakınlaşırdı. Mizacı kadar yaşadıkları onu büyük şüpheci yapmıştı yapmasına ama insan olmanın yüksek niteliği yeri gelince bunu aşıyor/ açıyordu. Uzunca süre gazetelerin ölüm ilanlarını neden dikkatle okuduğunu düşünmüştüm. Türkiye sosyolojisi kadar değişimini elbette bu ilanlardan izlemek mümkün olabilir. Bir Mülkiyeli olarak eski arkadaşları ve meslektaşlarının hayatta olup olmadıklarını takip etmek isteyebilir. Bu kadar mıdır gerçekten? Bir ince merakla geçmişte kalmış bazı aşk/ aşkların takibi de olamaz mı bu?
Kendi yakın ve içten niteleyişiyle Suna’nın itirafında ne vardı? Ankara’da, zaman zaman ziyaretine gittiğim bir arkadaşımla aynı odada çalışan Suna adında bir kadın vardı. Açık söyleyeyim öyle ona aşık falan değildim. Böyle tül gibi, havada uçar gibi, hayal gibi, ipince birisiydi. Sanki duvarda çok özel kemanların çaldığı müzikler varmış da onu dinler gibi kulağını duvara dayıyordu. Bir şiir öznesi olarak çok ilgimi çekiyordu. Bir kış günü yine onlara uğradım. Suna ( arada bir Suna diyelim diye arada bırakıyordu isimlendirmeyi) çıktı. Ben de peşinden çıktım. Çok güzeldi. Sosyetenin seçkin bir üyesi olacak derecede inceydi. Kar yağıyordu. Bir süre takip ettim sonra da vazgeçtim.
Hikâyenin buraya kadarında şaşırtıcı bir yanı olmayabilir. Devamı yeterince çarpıcıdır. Suna için (belki yeni bir Monna Rosa) uzunca bir şiir ve mektup yazmıştı şair. Ve o dönemin önemli bürokratlarından birinin kızının adresine postalamıştı. Adresi nereden ve kimden aldığını söylemez fakat anlatırken bunu nasıl yaptığını anlamadığını özellikle vurgulamıştır. Acaba bu da ‘cinlerin düğünü’nden gelen bir sürek sayılabilir mi? Aşk ve sanat anında şuurumuz zevk ve tatlılıkla uyuşur mu sürekli? O tek nüshalık şiir ve mektup bir gün müphemiyet ve geçmişin boşluğundan çıkar gelir mi? İşaret parmağını takip eden dudak kıpırtılarıyla okunan ölüm ilanlarının arkasında aranan bambaşka bir ipucu olabilir mi? Bu soruların varlığı cevaplarından daha önemlidir. Sezai Karakoç coşkun, açık, yalın ve şairane mukim olarak geçerken dünyadan, insan nesli adına hücresel değerde yaşam izleri bırakmıştır. Ki yaşamak bir itiraf olarak insana zaten yeter.
Bir kere de evde yapayalnız kalmıştım diye başlayan bir paragraf, bir, ev ve yalnızlık sembollerinin eşliğinde biteviye okunmaya imkân verir. Zaten ömrü boyunca hep bir evde yalnız kalmış ve yapayalnız da ölmüştür şair. Böylesi bir yalnızlık icat mıdır yoksa sırrı bir türlü çözülemeyen varlığın şiirsel kaderi midir? Bir şairin verimleri böylesine anahtar paragraflar eşliğinde deşmek her gün birbirini tekrar edip duran günlerin büyük sıkıntısını aşmak ve insanı varlık yanılsamasından çıkarmak için sanatın ışığını keşfetmek midir? Her ne kadar yazıldığı dönemin şartları gereği biraz dağınık ve fazlaca savunmacı karaktere sahip gözüken Hatıralar bambaşka gözle tekrar tekrar okunduğunda, net yazılanlar ve arada bırakılanlar insani tecrübenin sanat ve düşünce yönünden ışıması için bir esas metin diye yorumlanabilir mi? Kaldı ki insanın yazdıkları sadece yazabildikleridir. Suna’nın öyküsünde olduğu gibi her an başka bir bilginin uç vermesi sürpriz değildir.