Çay saatleri
Marks’ı ve -kumpirde ne işi var- bezelyeleri aynı andadüşünmek, uyuyamadıkça Robert De Niro’nun izlediğimfilmlerini kronolojik olarak saymak, 70 dünya kupasınıkazanan Brezilya ilk on birini hatırlamak, en güzel kitapisimlerini yirmiden bire sıraya dizmek, paranoyamla baş başaeşiz sohbetler yapmak beni dâhi yapmıyordu.
Prolog
“Çocukluk hâla, küçük bir köpek gibi eşlik ediyor bana, hani bir zamanlar neşeli bir yol arkadaşıdır da, şimdi bakmak ve kırıklarını sarmak, binlerce ilaç vermek zorundasınızdır ona, ellerinizde ölmesin diye.”
Thomas Bernhard / Don
Sanırım uyumam gerekiyordu ve odanın kokusu dayanılmaz bir hal almıştı. İnsan kötü sigaraya alışınca iyisini içemiyor, sevemiyor.
Kötü sigara kokusu burnuma geldikçe hayatın da berbat olduğunu düşünüyordum. Her şeyin kötüye gittiğine dair aman vermez inancım pekişiyordu bu kötü koku yüzünden. Doğrusu da buydu zaten: Zamanla her şey kötüye gider. İyiye gidiş dedikleri şey tüm o boktan teknik konulardır. Ruhun grafiği yıllar geçtikçe inişe geçer. Bu budur.
Uyursam her şey daha da kötüye gideceği için uyumamam gerekiyordu ve her şeyi (her şey?) kontrol altında tutabilirmişim gibi geliyor ve kötüye gidiyordu. Hava kelimeler yüzünden ve koku yüzünden, biraz da benim yüzümden ağırlaştıkça dahi olmadığıma üzülmeye başladım. Neden ben dahi değildim? Dahi olsaydım korurdum kendimi olan bitenden. Sevimli bir otizmin refakat ettiği bir dehaya hayır demezdim.
Hava kelimeler yüzünden ve koku yüzünden, biraz da benim yüzümden ağırlaştıkça dahi olmadığıma üzülmeye başladım. Neden ben dahi değildim?
Allah kahretsin e mi! Dahi değildim. Güzel bir dalgınlığım yoktu. İlgisiz değildim. Hafızam sağlamdı. Tüm bunların bir eksiklik olduğunu zamanla anlamıştım. Evi dağınık, masası dağınık, aklı ve sağduyusu paramparça ama dehası pırıl pırıl biri olaydım keşke! Hatta tuhaf huylarım olsaydı. Mesela simetri hastalığım, mesela çizgilere basmadan yürüseydim, mesela dil bilimcilik alanında ya da harp teknikleri konusunda kendi çapımda bir uzmanlığım olsaydı. Havuca alerjim olsaydı keşke. Sıkıldıkça biriyle konuşurken öksürseydim ya da. Geceleri arp çalsaydım ve duvarımda Sokrates’in bir resmi olsaydı. Asla tavuk yemeyen ve yağmur yağdıkça göz nezlesine yakalanan biri olsaydım. Hepsi kabulümdü yeter ki dahi olsaydım. Çok sevindiğinde kekeleyen sevimli bir deha!
Değildim.
Savunmasızdım. Kendime yaptığımı kaçışlar solgun zekamı hırpalamaktan başka neye yarıyordu yavrucuğum? Marks’ı ve -kumpirde ne işi var- bezelyeleri aynı anda düşünmek, uyuyamadıkça Robert De Niro’nun izlediğim filmlerini kronolojik olarak saymak, 70 dünya kupasını kazanan Brezilya ilk on birini hatırlamak, en güzel kitap isimlerini yirmiden bire sıraya dizmek, paranoyamla baş başa eşiz sohbetler yapmak beni dâhi yapmıyordu.
Değildim.
- Ben üstelik emin de değildim. Her şey hakkında her şeyi bildiğimi ve hiçbir şey hakkında hiçbir şey bilmediğimi aynı anda sanabiliyordum. Kendimi Allah’ın gözünden izlemekle insanların gözünden izlemek arasında kalıyordum sürekli.
Değildim.
Keşke deha olmadığıma da yazıklanmasaydım. En kötüsü de buydu. Bu çok bariz…
Allah kahretsin bu çok bariz!
Epilog
“Cenazemde iki yüz dostum bulunacak ve sen de mutlaka mezarımın başında bir konuşma yapacaksın.”
Thomas Bernhard / Wittgenstein’in Yeğeni
Üzerinde uzun uzun düşünülmüş bir yalnızlık bu dedim ona. Yalnızlığımın, düşündüklerimin ve yaşadıklarımın MI hayatımın mı edebiyatın mı dahası edebiyatımın mı bir parçası olduğunu bilmediğimi söyledim. Ben dünyaya geldim ve sonra bir şey oldu. Bir şey oldu bir şeyler oldu. Ben hep onu anlattım aslında. Ben hep onu anlatamadım aslında dedim. Dünyanın bana verdiği kelimeleri o niyetle kullandım. Yaşamak ciddiye alınması gereken bir eylemdir ve bunu anlatmaya çabaladım dedim. Gerçekçi olmak dedim gerçeğin diplerine nüfus edebilmektir tüm yaptığım. Bunun da başka bir yolu yok dedim. Kendimi 24 saat bu disipline tabi tuttum ve uykularım bile kaskatı benim dedim. Bunlar edebiyat değil dedim sesimi yükselterek. Ruhumu böyle terbiye ettikten sonra çok ciddiye aldığım hayatıma başlayabilirim gibi geldi.
Hikâyelerin gerçek olmadığını biliyoruz. Ama yine de okuyup inanmayı sürdürüyoruz.
Ama bunun bir sonu olmadığını görebiliyorum. Bu disipline iman ettim. Bu inanç bende öyle sağlam bir şuur haline geldi ki bunun hem yoran hem de canımı besleyen bir azık olduğunu fark ettim. Allah’a inanmanın yolunun da buralardan geçtiğini söyledim. Allah’a ve hayata inanırken neye inandığımı anlayabilmek istedim hep. Bir görüntünün bir hissin bir düşünmenin bir aşkın iliklerine kadar nüfuz etmeyi kendiliğimden öğrendim. Çünkü bunun başka bir yolu yordamı olamaz. Bunlar taklit edilemezler. Ve ben ne vakit başkaları gibi yapmayı taklit ettiysem başaramadım. Çünkü nasılını bilemedim onların. Beni sımsıkı bana ve anlattıklarıma bağlayan unsurlar hiç kaybolmadı ve ben onlarla mukayyettim hep. Bencillik olan tarafını kusur olarak görsem de sanırım bencillik insanın sürekli kendisi olmasıydı. Artık buna üzülmüyorum. Biriyle bir şeyler paylaşma krizleri tuttuğunda kendimi yargılayıp temize çıkardıktan sonra bunlar da zaman da geçip gidiyor.
Hayrete benzeyen bir hal… Anlatma telaşı ve anlattıklarımın yüzümü oluşturduğunu heyecanla fark ettim. Başkasına söylemeye çalışırken hep sırıttılar ama. O kadar bana has o kadar bana aittilerdi ki ben bunlarla kalakaldım ve sadece kendi kendime coşkular hüzünler ve kederler duyabildim. Yazarak kendime anlatmak kendimi anlatmak belki de benim çıkmazım. Bunları sana, dostum Bernhard, söylemekteki asıl amacım zaman zaman çok güzel yazmışsın lafını duyup içten içe sevinmek olsa da daima şu:
- Ben bunlardan bahsediyorum ama mesele bunların ötesinde. Yaşamak meselesi bu. Ben böyle bakıyorum ve acaba bu nasıl? Sizde olmayışına şaşırmalı mıyım? Sizde yoksa bende bunların olması beni uğuldayan bir şey haline getiriyor.
Bazen taşınmaz oluyor ve ben kendimi kullanarak bu yazıları yazıyorsam siz de okuyarak ve beni kullanarak böyle baksanız bundan bir ferahlık umabilir miyim? Tabii sonra asıl mesele doğruları elden bırakmadan güzel bir metin ortaya koyma telaşına karışıyor.
İşte karışım! Ben buyum ve bence hayat da bu! Bunları ne şikâyet, ne edebi mızıltılar, ne kendini bir şey zannetme olarak görmemenizi dilerim diye ekledim. Ve çocukça bir kırılganlıkla başkalarında bunları görememek, bunlarla yalnız olduğumu daha sert hatırlattı. Ama şikâyet ederek söylenen bir yalnızlık değil. Uçlarda yaşayan herkesin tahammül edebilirlerse bu yalnızlıkla tanışacaklarını ve kendilerini bu yalnızlıkta çırılçıplak görebileceklerine eminim. Duyguların ve düşüncelerin dibinde hakikatli ve esaslı bir yalnızlık var çünkü.
Bazen yalnızlığını bir kenara bırakıp başkasına açılırsın bazen de başkasını bile yalnızlığının bir parçası haline getirirsin. Yalnızlığının kelimeleri ve kulakları olurlar. Bu böyledir. Bu kabul bir denge sağlar. Bir sessizlik edinirsin bundan. Bu dengenin beni ayakta tuttuğunu görebiliyorum. Yazarken bu dengeyi her kelimede sağlayabiliyorum.
Harcı âlem laflarla yaşanacak ve geçiştirilecek bu hayatın belini doğrultmakta hala inat ediyorum. Ne kendimden ne başkasından beklediğim öneri ve çözüm yok. Ben sadece kimsenin bana böyle şeyler yazmamasına şaşırıyorum. Acaba yanlış mıyım diye sorup eğer yeterince sağlam ve güçlü değilsem kendimi fena halde hırpalıyorum. Neyi kaybetmemeli neyi gözden çıkarmalıyım bilmiyorum. Öyle küçük sevinçlere sahibim ki ben bile şaşıyorum buna. Dersen ki ne kendini ne hayatı ihmal etmeden de yaşayabilirsin. Bunun benim için çok zor olduğunu günden güne kendim olup kendime saplandıkça anlayabiliyorum. Belki insan değilim. Soğuk ve mesafeli bakışlarım beni hayat dışı bir varlık haline getirmiş olabilir. Kendini ve yazdıklarını bile yerin dibine batıran bir kişi daha var içerde. Galiba asıl kavgam onunla. Kafan karışmasın. Ben yazı ve hayat sonra başka bir ben. Soyut deyip dudak da bükme.
Yazdıklarım yalan değil. Gerçek dediğimiz şey her ne ise oradan fışkırıyorlar. Adım atar atmaz bir insanı görür görmez başlıyorlar.
Bu muhteşem bir armağan aslında. Bu zenginlik olduğu müddetçe hayatta can sıkıntısı çekilmez çoğu vakit. Teorik ya da platonik aşklarla malul olursun.Bu mekanizma nasıl kurulmuştur nasıl işler, önce yazı şövalyesi olup kendine hayali ya da en gerçeğinden sevgili mi yaratırsın yoksa sevgili oluştuktan hazırlandıktan sonra mı onu ulaşılmaz yaparsın bilemem. Böyleleri böyle yaşar diyelim. Dilinin ucunda günaydın deme isteğiyle kalmak vardır. Ama güzeldir. Herkes konuşur sen kızarır bozarsın. Ama güzeldir. Kendine hakaretler yağdırırsın böyle olduğu ve böyle olduğun için. Ama güzeldir.
Çünkü bilirsin ki büyü bozulursa çekeceğin sıkıntı iyi değildir. O öyle kalsın.Bu abartı, bu yanılsama içinden gördüğün bu güzellik hayal perdesinde yansımasını sürdürsün.Tersini de isterim ama dediğim gibi sonrasını biliyorum. Her düğüm bütün hayatıma atıldığı için bütün arada kalışlarım sonsuzdur benim. Her güzellik bizi kendine ve başka yerlere çeken bir ideal halinde kalmalı.onu da kaybedersek elimizden beş para etmez bir olgunluk ve yorgunluk kalıyor.buna tecrübe deniyor ve hayata yenilmenin telafisi olarak kullanılıyor.olgunluk ve yorgunluk ne kadar yakın durdu birbirine.yakıştılar da.Ama ben bütün hayatını bir şey için feda edenleri severim. adamak önemli.Uğruna hayatlarına yazık ettikleri yalan bile olsa. Allah yazarları ve şairleri bir denge unsuru olarak yarattı. Bunlar dümdüz insanlara dümdüz insanlar bunlara baktıkça hayatın dengesi kuruldu. Aradaki çatışmaların doğurduğu her şey güzel.
Fildişi kulemde her gece demlediğim çayların içi bunlarla dolu. Arabeske bayılıyorum. Güzel bir şiir için ruhumu feda edebilirim. Sigaralar beni öldürdükçe makbul. Hep telaşlı ve heyecanlıyım. Hep heyecanlıyım. Kasıntı olabilirim. Ama yalancı olmadım hiçbir zaman. Sırf güzel olsun diye yalan bir cümle kurmadım. Kendime baktığımda dünyaya yeni gelmiş ve yolunu bulamayan birini görüyorum. Yazdıklarım sessizlikleri anlatmak. Anlatmaya gücümün ve kabiliyetimin yetmediklerini yarınlara saklıyorum. Belki hiç anlatamam. Belki anlatsam da bitmez.
Öyle bir sessizlik ki ne söylesem güzelliğini bozabilirim.
Öyle bir sevgi ki dokunsam yok olabilir.
Öyle bir hayat ki yaşansa da yaşanmamış sayılır.
Kimse kimseyle gerçekten konuşmuyor. Konuşulacakları aşmış olduklarından mı? Hayır. Konuşacak bir şeyleri yok. Birbirlerine sundukları koca bir hiç. Onların arasında bulunmak bile zararlı. Sonra insanları sevmemekle suçlarlar seni. Yaşadıklarının farkında değiller ama sorsan her şeyi bilirler. Bin yıllık yanlışlardan kurdukları hayatın içinde sebzeler gibi yaşarlar. Gerçekçi ve olgundurlar. Bolca akıl verirler. Kafayı yemişsin falan derler.
Kimse kimseyle gerçekten konuşmuyor. Konuşulacakları aşmış olduklarından mı? Hayır. Konuşacak bir şeyleri yok. Birbirlerine sundukları koca bir hiç.
Hiçbir şeyi dert etmemişlerdir ıvır zıvırlarından başka. Bir meseleleri yoktur. Şaşırmazlar. Geçek mutluluğu bilmezler. Herkes gibi olmanın ruhu nasıl boğduğunu hissedemezler. Hayatları geçerli olmadığı gibi onların ölümleri de geçersizdir. Çoktan ölmüşlerdir ve bazı boşlukları doldururlar. “Bakın bu hayat bu kadar değil başka bir hayat daha var ve asıl yurdunuz orası” desen anlamazlar. Kastettiğim öbür dünya değil. Bu dünyanın içinde bambaşka bir hayat daha var biraz geri çekilip bakın. Ama hislerin eğitiminden geçmedikleri için doğuştan hayatları kaymıştır onların.
Hastalık bizi ölümden korur. Arada hastalık olmasa ölüme adım atabiliriz. Ölümle aramızda bir perdedir hastalık. Ağırlaştığında ölürüz. Demek ki öldürmeyen her hastalık bir nimet… Saydıklarım beni öldürmeyen bir hastalık diyelim. Ama ya olmasalardı? Ölürdüm her halde. Ölümü kullanmak yazının fiyakası niyetine değil. Ben ölümü bile hayatım için kullanıyorum. Karanlıkta ıslık çalanın ıslığını duyan yoksa bile o ıslık çalmayı sürdürür. Kendini kandırdığını bilir. Bu yeter. 20 yıldır yaptığım bu. Ama ben korkudan çalmıyorum ıslığı. Ve kendini kandırmak da kötü değildir. Hepimiz bunu yaparız. Johnny Depp bir röportajında demişti:
"Ben hep kaybedenleri oynuyorum aslında. Tanrım... Hangimiz değiliz ki!''
Böyle sürüp gidecek. Yazarlar hikâyeleri için kahramanlar yaratırlar. Ben ise Allah’ın yarattığı bir kahramanım. Hem o hem de sen okuyasın diye kendimi koyuyorum ortaya. Sanırım ben onlardan daha dürüstüm. Yalan yok. Hepsi gerçek. Yaşadığım gibi. Bazen ben yazan oluyorum bazen her şey birbirine karışıyor ve yazdıklarımı oynadığımı fark ediyorum. Bu ne zaman başladı bilmem. Dediğim gibi bir şey oldu. O neyse artık ben onun ellerindeyim.
- Yazdıklarına yazdıkça inanan.
- Yaşadıklarına yazdıkça inanan.
- Yazdıklarına yaşadıkça inanan.
- Yazdıklarını yaşayan ve inanan.
Fark ettim ki hayatım hikâyeler kadar gerçek. Hikâyelerin gerçek olmadığını biliyoruz. Ama yine de okuyup inanmayı sürdürüyoruz. Çünkü hayatlarımızın da iyi bir yazar tarafından yazılmış güzel ve anlamlı bir hikâye olmasını dileriz. Ama ne yapsak öyle olmaz. Ve hikâyelere kaçmayı sürdürürüz. Kim hayatının güzel bir hikâyeden daha güzel olduğunu söyleyebilir. Değildir çünkü. Hikâye kurgulanan bir şeydir. Hayat öyle değil. Bütününü görüp güzel olmadığını fark ederiz.
Ben bütüne bakmamaya çalışıyorum. Ve kurguladığımda yaşarken mutlu etmeyen her şeyin yazarken güzel göründüğünü fark ediyorum. Böyle her anın üzerinden kelimelerle bir kez daha geçtiğimde içimi kaplayan doluluk ertesi güne kadar yetiyor. Her gün her şey yeniden ve hiç yaşanmamış gibi başlıyor. Ve ben yeniden başlıyorum dağıttıklarımı toplamaya. Zor değil mi?
Kolayının ne olduğunu zaten bilmiyorum.
Toprağın bol olsun.