Çarşamba'yı sel aldı
Sevda bu, bilinse ne bilinmese ne demeyin. Çeşmenin başında rastlaştıklarında rahat rahat iki kelam etmek, Melek’in gözlerinin neminde serinlemek az şey mi Ahmet için. Günler, sevdalıya dere boyunca şarıldayan su, akıp gitmiş. Derken Ahmet’in askerlik vakti gelmiş. E borçtur bu ödenecek, kaçarı yok.
Sevda bu, bilinse ne bilinmese ne demeyin. Çeşmenin başında rastlaştıklarında rahat rahat iki kelam etmek, Melek’in gözlerinin neminde serinlemek az şey mi Ahmet için.
Çarşamba ovası boyunca uzanan köylerin birinde, Ahmet diye gençten bir oğlan yaşarmış. Yaşarmış ya, işte öyle, kendine kadar. Bir Ahmet bilirmiş yaşadığını, bir ev halkı, bir de üç beş civar hane. Doğmuş büyümüş görüp gördüğü Çarşamba Ovası, yaşayıp bildiği bir de yoksulluk. O yoksulluk da elden gitmesin diye; sabahın alacasından, akşamın karasına kadar ovada, tarlada çalışıp dururmuş. Gel zaman git zaman Ahmet’in yaşadığını biri daha öğrenmiş. Adı: Melek; amma ne Melek. Boyu fidan gibi, yüzü akça pakça. Kız sen gerçek misin diye yanı başına oturtsan, parmak uçlarına dokunsan sanki kırılacak. Lafı uzatmayalım, Ahmet gönlünü, aklını fikrini, bedenini; yoksulluktan geriye neyi varsa hepsini kaptırmış Melek’e.
- Melek kızımız da boş durmamış, su olmuş akmış Ahmet’e. Ahmet’le Melek nişanlanmışlar, sevdaları bilinir olmuş gayrı. Sevda bu, bilinse ne bilinmese ne demeyin. Çeşmenin başında rastlaştıklarında rahat rahat iki kelam etmek, Melek’in gözlerinin neminde serinlemek az şey mi Ahmet için. Günler, sevdalıya dere boyunca şarıldayan su, akıp gitmiş. Derken Ahmet’in askerlik vakti gelmiş. E borçtur bu ödenecek, kaçarı yok.
Ahmet anasının babasının duasını avuçlarına döktürüp yüzüne sürmüş, Melek’in gözyaşlarıyla ıslattığı yazmasını koynuna koymuş, ahalinin davul zurnasıyla yollanmış asker ocağına. Hasret çekmeyip de ben aşığım desen, kim inanır bu lafa. Zaman geçmiş, cemre düşmüş, kış gelmiş. E gelsin ne olacak, berekettir. Öyledir elbet; ama bulutlar griye çalınca derdi olanın da içi sıkılır, ezilir. Melek, Ahmet’siz geçen her gününe böylece beddua okurken, bilmem ne ağanın oğlu Mehmet Ali çıkmış bir gün karşısına. Benim de gönlüm var sende demiş, bırak şu çulsuz Ahmet’i. Ama Melek, lafın gerisini daha dinlemeden; seni deyyus deyip basmış tokatı. Adam ağaoğlu, varlıklı, sözünün de bir ağırlığı var en nihayetinde. Kuyruğunu kıstırıp ordan uzaklaşmış ama; bu iş de burda bitmedi demiş.
Daha gün akşama kavuşmadan arkadaşlarıyla bir olmuş, çeşmenin yolunu dönerken ki tenhalıkta sıkıştırmışlar Melek’i, elini kolunu bağlayıp dağa kaldırmışlar. Kara haber tez duyulur derler, duyulmuş da. Ahmet, olan biteni öğrenince daha da duramaz olmuş yerinde. Gece vakti, nöbetten ağrı basmış firarı. Kuş olup mu uçmuş, esen yelin peşine mi takılmış; bilinmez, varmış köyüne. Adam aşık; sebebi neymiş, nasıl olmuş diye mi soralım?
Köye varınca önce işin tafsilatını öğrenmiş sonra sandıktan dede yadigârı altı patlarını çıkartıp takmış beline; ahalinin etme, gitme demesine aman vermeden dağa yukarı vurmuş kendini. Sevdiğinin adını bağıra çağıra; yaratana sığınıp, koca dağda öte beri koşturup durmuş. Bir iki gün geçmiş böyle.
Derken amansız bir yağmur koy vermiş; amma ne yağmur. Sanki bu evrende ne kadar su varsa hepsi bir araya toplanmış da bir anda bu dağın tepesinden boca olmuş. Dağlardan aşağıya sel çığ gibi inmiş; Çarşamba olmuş sana deniz. Tabi herkes düşmüş canının, malının mülkünün derdine. Birkaç gün sonra sular çekilip, güneşin ışıkları nemli toprakta şapırdamaya başlayınca ahali etrafı kolaçan etmeye başlamış. Bir de ne görsünler; büyükçe bir kayanın üzerinde iki cansız beden. Melek ile Ahmet. El ele tutuşmuşlar, öylece koyun koyuna yatıyorlar. Sevdalılar kavuşmuş ama gerisi Rabbimin bileceği iş.