Bulaşık sepeti
İnsan hayallerini değil, hayal etme becerisini kaybederse mutsuzlaşır. Uzun süredir aklımda ve ruhumda dolaşan en büyük tehlike işte bu, hayal edememekten duyduğum o tarifsiz korku.
Koltuğumun altında yeni aldığım ama evdekilere bir türlü beğendiremediğim için değişime götürdüğüm bulaşık sepeti, dilimde iki gündür unutamadığım o vasat şarkının nakaratı ve cebimde Evkur’a ödenmiş iki senetle güneşin battığı yöne doğru yürüyorum. Kader bu ya; çocukken atı Düldül ve köpeği Rin Tin Tin ile güneşin batışına doğru ağır ağır yol alan Red Kit’e özenirken, şimdilerde hayallerinin büyük bir kısmını gömmüş, kalan hayallerinin üç bölü dördüne inanmayan, kalan bir bölü dördünü de çeşitli sebeplerle ömrünün sonuna kadar gerçekleştiremeyecek bir adam olarak yaşantıma devam ediyorum. Bir de şu lanet olası bulaşık sepeti tabii ki.
Gündüz kurduğunuz hayallerin gece kurduğunuz hayallere göre gerçekleşme olasılığı daha yüksektir bana göre. Ne kadar olmayacak iş varsa geceleyin düşer aklınıza. Gün ışığını görünce saklanan keder, akşam olunca yüksek dağlardan gamlı bir çoban gibi yavaş yavaş kalbinize iner. İç geçirerek andığınız günler, keşke söyleseydim dediğiniz cümleler ve en derin pişmanlıklar hep gece karanlığında yakalar sizi. Hep o sessiz anlarda düşlersiniz kaybettiklerinizi ve kazanma ümitlerinizi. Işığın yokluğunda sadece çevrenizi değil, geleceğinizi de göremezsiniz ve büyük bir umutsuzluk kaplar içinizi. Zamanın seyri yavaşlar, damarlarınızda gezinen kanın çıkardığı sesi bile duymaya başlarsınız ve yavaş yavaş gözler kapanır, uykunun doğusuna yolculuk başlar.
Ardından gün doğar, gerçekler başlar. Sabahın erken vakitlerinde morarmış göz altlarınızla aynaya bakar, midenize yumruk gibi çöken bol yağlı poğaçalardan iki tane yutar, işe gitmek için servisle ya da insan öğütücüsü haline dönüşen toplu taşıma araçlarıyla fabrikalara (hadi daha şık görünecekse söyleyelim o halde: ‘ofislere’) adımınızı atarsınız. Kimse mutlu olmaz yaptığınız işten; patron memnuniyetsiz, müşteri memnuniyetsiz, aileniz memnuniyetsiz, kısacası tanıdığınız kim varsa size karşı memnuniyetsiz. Hal böyle olunca insan gündüz vakti gerçekleşmesi daha mümkün hayaller kuruyor; yemek arasında çayla beraber bir sigara tellendirmek, akşam ayakları uzatıp sevilen diziyi izlemek, hafta sonu liseden arkadaşlarla toplanıp mangala gitmek gibi basit hayaller. Basit ama içinde bulunduğunuz cehenneme uzatılmış bir bardak soğuk su gibi kullanışlı.
İnsan hayallerini değil, hayal etme becerisini kaybederse mutsuzlaşır. Uzun süredir aklımda ve ruhumda dolaşan en büyük tehlike işte bu, hayal edememekten duyduğum o tarifsiz korku. Her ne yaşarsam yaşayayım sanki her şey normal, açıklanabilir, makul ve olması gerektiği gibi. Ne yaşarsam yaşayayım kabul ediyorum, en derin acılara bile “ne fark eder” diye yaklaşıp olan biten ne varsa, hak edeyim ya da etmeyeyim, hepsini sükûnetle karşılıyorum. Ve tekrar söylüyorum: Kendime, hayatıma duyduğum bu kayıtsızlıktan fena halde korkuyorum. Eskisi gibi bağırmak, sesimi yükseltmek, karşı gelmek, payıma düşeni reddetmek istiyorum fakat bunların yerine anlamsızca kenara çekilip olup bitenleri seyrediyorum; hayatımın dizelerini, şiirini kaçırıyorum sanki. Nasıldı o? Kendinin bilincinde olmak. Kendine bir başkası gibi davranmak. Kendini idare etmek.
Fernando Pessoa, Hiçbir Şey İstememenin Mutluluğu’nda şöyle diyor: “Asla bir hayalperestten başka bir şey olmaya çalışmadım. Gidip hayatımı yaşamamı söyleyen insanları asla önemsemedim. Daima benden uzak olan şeylere ve olamadıklarıma ait oldum. Benim olmayan her şey daima şiirsel göründü. Hep sevdiğim tek şey saf hiçlikti.”
Uzun uzun düşünüp elimdeki bulaşık sepetine bakıyorum sonra, bir insan elindeki bu sepetle saf hiçliği nasıl kovalayabilir ki? Şimdilik bilmiyorum.
Tüm bu çözümsüz sorular zihnimdeyken arkamdan yabancısı olmadığım bir ses çağırıyor beni: “Sulu, birader, hooop, Sulu!” Dönüp baktığımda çocukluk arkadaşım Yumurta Ahmet’i görüyorum. Tanıdığım en hayalperest insanlardan biri, gençliğimiz onun zengin olunca neler yapacağına dair kurduğu hayalleri dinlemekle geçti. Türlü pis işlere bulaştı, lakabını da bu işlerden almıştı zaten. Arabanızın ön camına siz ışıklarda beklerken yumurtayı atıp soteye yatar. Yumurtayı temizleyip önünüzü görmek için silecekleri çalıştırırsınız ama cam daha da beter olur, elinizde cam bezi ya da selpakla temizlik için arabadan indiğiniz esnada Yumurta Ahmet fırlayıp şoför mahalline oturur ve arabanızı İstanbul’un karanlıklarındaki oto parçacılarına teslim etmek için sakince yol alır.
Bana Sulu diye seslenmesinin de bir sebebi var elbette. Vaktiyle Hacıhüsrev’deki toprak sahada top oynarken Romen çocuklar gelip canımızı sıktılar, itiş kakış derken bir tanesinin kafası kanamaya başladı. Olayın nasıl olduğunu soran arkadaşıma, “Çocuğun kafası sulu köfte gibi yumuşaktı, elim çarpınca kafası kanamaya başladı,” dedim muzipçe ve bu olay uzun süre efsane gibi anlatılmaya başlandı. Bana bir zaman “Sulu Köfte” dediler, sonra “Sulu”da karar kıldılar ve sanırım hayatları boyunca beni Sulu diye hatırlayacaklar.
Ahmet’i görünce aklıma sevdiği kız Dilber geldi. Ahmet’in en büyük hayallerinden biriydi onunla evlenmek. Yıllarca peşinden koştuğunu hatırlıyorum, bir keresinde de Dilber’in abilerinin Ahmet’i sesi soluğu kesilene kadar bir güzel benzetip çöp kutusuna attıklarını. Kızın da Ahmet’te gönlü vardı ama ipe sapa gelmez biriyle aile kurulmayacağını o da iyi biliyordu.
Boş bulunup üzerime vazifeymiş gibi, “Dilber’le ne yaptınız?’’ diye sordum. Esmer yüzü bir anda bembeyaz oldu: “Dilber geçen yıl öldü abi, ardında da iki yavru bıraktı, babaları müptezelin teki, bakamıyor çocuklara,” diyebildi sadece. Ahmet artık sadece Dilber’e değil, Dilber’in bıraktığı yetimlere de üzülüyor şimdi. Ve bir kez daha anlıyorum; aşk, sonsuz merhametin kaynağı aşk... senin gibi bir yara, senin gibi bir şifa, senin gibi bir anne göremedim henüz dünyada.
Gün battı. Utana sıkıla taşıdığım bulaşık sepetini değiştirmek istemedi canım. Baysungur Sokak’ta bir apartmanın merdivenlerine oturup başımı duvara dayadım. İşte geldim ve gidiyorum. Ne gelişimden memnunum ne de gidişimden. Ne benden memnunlar ne yazdıklarımdan ne de söylediklerimden. Bunların hepsi tesadüf olamaz. Biliyorum.
Ve şimdi dünyanın beni sürüklediği yerde tek başıma parçaları birleştiriyorum. Üzülüyorum. Yaşamaktan ve ölümden korkmamaktan üzülüyorum.
Çok üzülüyorum.