Bu dünya için fazla güzel bir adam: Aliya İzzetbegoviç
Yalnızca ilim adamları sayesinde hayatı anlamak mümkün değildir. Çünkü hayat fenomen olduğu kadar mucizedir de. Ağaç beni o kadar hayrete düşürüyor ki ona hayran oluyorum.
Ben bir Müslüman’ım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslâm davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslâm benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır. Dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.
Bizler insan olmaya ve insan kalmaya çalıştık ve başarılı olduk. Ancak bunu onlardan (Sırplardan) dolayı yapmadığımızın altını çizmeliyim. Kendimizden dolayı insan kalmaya çalıştık, onlardan dolayı değil. Onlara hiçbir şey borçlu değiliz. İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur. Onlara karşı değil.
Niçin daima ahlâkiliği takdir ederiz de ahlâk konuşmalarını küçümseriz? Çünkü ahlâkilik bir harekettir, ahlâk konuşmaları ise bir sözdür.
Yalnızca ilim adamları sayesinde hayatı anlamak mümkün değildir. Çünkü hayat fenomen olduğu kadar mucizedir de.
Ahlâkilik kendinize yönelik bir taleptir, ahlâk konuşmaları ise başkalarına yönelik bir taleptir. Ahlâkilik daima ahlâkî olmasına karşın, ahlâk konuşmalarının çoğu kere riyakâr, dolayısıyla gayr-i ahlâkî oluşunun sebebi budur.
Tarihteki rolünü gerçekleştirmeye davet edilmeden evvel her millet, iç temizlenme dönemini yaşamak ve bazı temel ahlâkî tavırları benimsemek zorundaydı. Dünyadaki her güç ahlâkî güç olarak başlar. Her yenilgi ahlâkî tökezleme olarak başlar. Gerçekleşmesi istenen her neyse ilk önce insanların ruhlarında (nefislerinde) gerçekleşmek zorundadır.
İnsanı sadece terbiye etmekle kalmayan aynı zamanda dünyaya nizam verme yeteneği olan İslam’a, kendi kabulleri doğrultusunda, İslami yenilenme fikrine, her zaman iki tip insan tarafından karşı çıkılmaktadır: Muhafazakârlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına ait (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslam’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar.
- Başkalarının yardımına güvenmek batıl bir inancın şeklidir. Belirli İslam ülkelerinde “fedakâr dost” veya “azılı düşman” aramak ve bulmak alışkanlığımız oldu ve bu durumu dış siyaset olarak isimlendirdik. Ne gerçek dost ne de hakiki düşman olmadığını anladığımız ve kendi sorunlarımız için “düşmanın felaket planını” değil kendimizi suçlu gördüğümüz zaman, daha az hayal kırıklığı, sorunların azaldığı ve olgunlaşmamızın başladığı bir dönem yaşarız.
“Hedefe ulaşmak için her yol mubahtır” formülü sayısız cinayetlerin sebebi olmuştur. Ulvi hedef alçakça bir vasıtayı kutsal kılamaz, fakat aşağılık bir vasıta her hedefi küçültebilir ve yıpratabilir. Ahlâkî olarak ne kadar güçlü olursak -ki karar verme meselelerinde kuvvet güçlü olanların değil zayıfların silahıdır- o kadar az güce ihtiyacımız olur. Gücün yapamadığını alicenaplık, tutarlılık ve cesur duruş yapar.
İslam’la Batı-Avrupa medeniyetlerinin kültürü arasındaki ilişkiden bahsederken burada Müslümanların aşırı uçlara gitmekten kaçınmaları gereken bir seçimle karşı karşıya olduklarını belirtmemiz gerekir. Söz konusu uçlardan biri Batı medeniyetini tamamıyla reddetmek, diğeriyse onu körü körüne takip etmektir. Bunların ikisi de eşit derecede tehlikelidir. Batı’yla işbirliği içinde olmazsak bizim zaafımız artar. Bu medeniyeti her şeyiyle kabul edersek de kendi kimliğimizi kaybeder, kendimiz olmaktan çıkarız. Kendimizi dünyadan soyutlayamayız.
Yalnızca ilim adamları sayesinde hayatı anlamak mümkün değildir. Çünkü hayat fenomen olduğu kadar mucizedir de. Ağaç beni o kadar hayrete düşürüyor ki ona hayran oluyorum.
Ressam Jean Dubuffet böyle diyor: Hayatı kavramak ve anlamak için tek yol hayret ve hayranlık olsa gerek.
Kadınların ev dışında istihdamı ve üretime katılması yönündeki ısrarlı baskının psikolojik bir şekli de vardır: Bu; doğum yapmak, çocuk yetiştirmek ve aileye bakmak yoluyla kadının evde ürettiği iktisadi değerlerin tanınmamasından oluşur. Günde 10-12 saatini eve ayıran bu işçi, bu ev hanımı, istatistiklerimiz tarafından işsiz olarak sunulur ve “çalışmayan unsur” başlığı altında tasnif edilir.
Hepimiz bir kadının ne kadar meşgul olduğunu bilir, ama aynı zamanda görmezden geliriz. Kadının çalışmasının bu şekilde göz ardı edilişi, evi terk edip ailesine sırtını dönmesi için ona yapılan baskının bir başka ve bu kez ahlâkî bir şekildir. İslam kültürü diğer yöne gitmek zorundadır. Bunun başlangıcı da, annenin ev hanımının işinin tanınması olacaktır.