Bu aşk ulu devlet olur

cins
cins

Benve benim gibi hayatı tecrübeler ve en basit görüler üzerinden yorumlamayı sevenler için uzun makalelerdense, “işte bizim bozulmamış arketipimiz, bu adamlar” denilen kişilere bakıp üstün körü yorumlar yapmak, ümmi bir arifin bir cümlesine, yazılmış yüzlerce sayfa makaleden, kitaptan daha fazla itibar göstermek daha efdal.

Halk, toplum, vatan, millet, devlet nedir? Türk kime denir? Türk olmak için gerek ve yeter şartlar nelerdir? Başvuruları nereye yapıyoruz? Türklüğe giriş için vize lazım mı? Ümmet ile millet, ümmet ile halk nerelerde kesişir? Irk ile millet aynı şey mi? Yaşasın mı halkların kardeşliği? Bir İngilizin, bir Fransızın, bir Alman’ın, bizim Temel’le aynı ırka ve/veya aynı millete mensup olması mümkün mü? Hadi modern tamlamalarla da söyleyelim: Bir Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut nasıl Türk olabiliyor?

Bu soruların cevapları elbette bende yok. Bu soruların cevaplarını vermek için gerekli müktesebata da sahip değilim. Konunun uzmanları işin akademik ve terminolojik boyutunu konuşup bize söylerler, hatta biraz araştırırsak söylemiş olduklarını da görürüz.

Ama ben tabii ki aptala yatacağım. Sanki bunlar hiç konuşulmamış, üzerine hiç araştırma yapılmamış gibi, toplum kazısı yapacağım. Birkaç olay üzerinden hüküm verip, sonra ahkâm keseceğim. Çünkü öbür türlüsü, bir zaman sonra terimlerin içinde boğulma riski taşıyor. Hırs, kibir ve maksatlı kötülük gibi ilmi necaset bulaşma ihtimali artıyor.

Ben ve benim gibi hayatı tecrübeler ve en basit görüler üzerinden yorumlamayı sevenler için uzun makalelerdense, “işte bizim bozulmamış arketipimiz, bu adamlar” denilen kişilere bakıp üstün körü yorumlar yapmak, ümmi bir arifin bir cümlesine, yazılmış yüzlerce sayfa makaleden, kitaptan daha fazla itibar göstermek daha efdal. Yanılma riski akademik ya da entelektüel bir veriden belki daha yüksektir. Mümkün. Fakat bu benim için alınabilir bir risk. Çünkü o bilgide, o yorumda, o ahkâmda hayat kokusu var.

Mesela, tanışık olduğum ümmi bir arif var. Kendisi, soydan seyit olmasına rağmen sürekli “Oğlum, Türklük ve Seyitlik ırk olmaktan çıktı. Bugün herkes Türk de olur, seyit de” der.

Sözün müellifi muhakkak, Seyit ve Şerif kelimelerinin terimsel olarak, Hazreti Hüseyin ve Hazreti Hasan’dan gelen Peygamber efendimizin soyuna mensup kişilere dendiğini biliyor. Bunu söylerken kastettiği şey, Muhammediye mayasıyla mayalanmış olan, hal olarak Peygamber efendimize, Aline, Ehl-i Beytine, Ashab’ına benzeyen müminlerin, bu benzerlik ve halleri sayesinde manevi olarak Selman-ı Farisi gibi Peygamber efendimizin ailesinden kabul edilebileceğidir. Yani Muhammedi olmaktır.

Türklük de aynı mantıkla bir döl bağından öte, bir kültür, bir inanç, bir iman meselesidir. Bir yaşayış biçimi, savaşma usulü ve bir refleks stilidir. Bir sevme şeklidir.

Gerekli kültürel, inançsal ve kalbi özelliklere sahip herkes Türk milletinden ve Türk halkından olabilir. Lafı uzatmadan söyleyecek olursak, Türk olabilir.

Şu kısım yanlış anlaşılmasın; Bahsi geçen Türklük tanımı bir üstünlük ifade etmiyor. Bir biçim sadece. Üstünlük ifadesi kavmiyetçiliğe yol açar. Kavmiyetçilikten Allah’a sığınırım. Çünkü alt, üst gibi bir sınıflandırmanın sadece takva açısından yapılabileceğini İzzet ve Celal sahibi Allah ve Resulullah (sav) söylüyor. Takvayı da sadece Allah bilir. Biz insanlar, ancak apartmanda üstünlük taslayabiliriz. O da üst komşu, alt komşunun çamaşırlarının üstüne halı silkelediği için, alt komşu üst komşunun tepesine çöktüğünde biter.

Türk olduk da ne oldu?

Biz bu Türlük tanımının ruhu sayesinde, Suriye’den Bağdat’a, Bağdat’tan Yemen’e, Yemen’den Bosna’ya, Bosna’dan Türkmenistan’a, oradan da Dünya’nın her köşesine ulaşan geniş bir daire çizip, bu dairenin içinde nerede bir mazlum varsa ona üzülebiliyoruz. Kalbimiz üzüldüğümüz yerde atıyor. Ve biz o yüzden, kimsenin görmediği o mazlumlara yardım ediyoruz.

Bu tanım sayesinde Halep, Bağdat, Yemen, Saray Bosna, Türkmen Dağı ve ceddimizin nefesinin ulaştığı her yer, hala Türk yurdu. O dikenli teller, o uluslararası anlaşmalar ancak kâğıda sınır çizebiliyor. Gönül ülkemizde ne tel var, ne kâğıt, ne de sınır. Gönül, anlaşmaları reddeder. Ahmet Murat abinin de dediği gibi: “akıl iki kere ikiyi iyice bilir / kalp ikiyi inkar edecektir”

Peki, o ikiyi inkar eden, birden gayrısına düşman çılgın Türk kalbinin kodları nasıl yazıldı? Bu Türklük dediğimiz sevmek şeklini kim çizdi? Bu millet, milliyet, kavim, halk, devlet nasıl bir potada eriyip, sınır çizilemeyen, yüzlerce yıldır yıkılmayan dev bir gönül ülkesine dönüştü?

Bu soruların tek bir cevabı yok. Cevapları aramak için, geri dönüp baktığımızda son bir soru daha sormamız gerektiği ortaya çıkıyor. Cevap, bu soruda ve cevapta gizli olacak: Allah bu gönül ülkesini kurmayı kimlere nasip etti?

Nasip eden Allah, vesile olan atalarımız. O zaman dönüp, bu halkı, halk yapanların nasıl yaptıklarına bakalım.

Cemaat denince akla gelmesi gerekenler

Türk milletini, millet yapan en temel özellik İslamlığımız ve İslam’ı yaşayış şeklimizdir.

Asker disipliniyle namaz kılmaya ekstra özen gösteren, bizdendir mesela. Oranı buranı kaşımazsın. Gözler seccade sınırlarından ayrılmaz. El kol, minimum seviyede hareket eder. Mushaf-ı Şerif belden yukarıda taşınır. Evde en yukarıdaki rafa konur vesaire, vesaire…

Hacc’dan dönen biri anlatmıştı. Kâbe civarında dolaşırken, bir Arap kardeşimizi görüyor. Kardeşimiz cehren çok güzel bir tilavele Kur’an-ı Kerim okuyor. Bizim Türk hacı çok etkileniyor ve dinlemek için yanına yanaşıyor. Arap kardeşimiz okuduğu sure bitince, Kur’an’ı kapatıyor, dua ediyor ve Kur’an’ı başının altına yastık edip olduğu yerde uyumaya başlıyor. Bizimki acayip kızmış bu duruma. Adamı dürtmüş hemen. Kur’an’ı yerden kaldırıp, adama fırça atmaya başlamış. Sanırım söylemeye gerek yok, bizim Türk hacı Karadenizli. Adam olayı anlamış “Sen Türk müsün?” diye sormuş. Olay tatlıya bağlanıp sarılmışlar birbirine. Hatta o gece Arap hacı, bizim Türk hacıyı bir akrabasının hurma bahçesinde misafir etmiş.

Bu tip küçük gibi görünen hassasiyetler bizi, biz yapan, kültür ve inanç kodlarımız. Bence iki hacı da kendince müthiş insanlar. Dediğim gibi; bu bir üstünlük değil, sadece milli refleksler.

Bizi biz yapan, Türk ırkını Türk milleti yapan özellikler bizim cem olma şeklimizden, cemaat yapılarımızdan kaynaklanır.

15 Temmuz sürecinden sonra gelişen dini cemaat karşıtı söylemlere bir de bu açıdan bakmak lazım.

Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim: FETÖ bir islami cemaat değildir, bir “modern cult”tır. Bu sebeple FETÖ’yü yererken İslami terminoloji kullanmak bizi yanlışa götürür. Cemaat denince akla o gelmesin.

İslam geleneğine baktığımızda ana hatlarıyla 3 tip dini cemaatle karşılaşıyoruz.

1- Camii cemaati: Mekân bağıyla birbirine bağlıdırlar.

2- Medrese talebeleri/müderrisler: Bir medresede bir âlimin çevresinde ders alan, hizmet eden talebelerdir. Bunların arasında bir ilim bağı vardır. Dersini görüp, ilmi icazetini alan medreseden ayrılır.

3- Tekke ihvanı: Manevi tasarruf sahibi bir mürşidin çevresinde, bir tekkede toplanmış müritlerden oluşur. Bunların arasında kalbi bir bağ vardır.

Şimdi Fetullah Gülen’e ve çevresinde toplananlara baktığımızda bu şablona uyan bir yapıyla karşı karşıya olmadığımız çok net görülüyor.

Mesela bu adam şu an camii imamı değil. Takipçilerinin %99.9’uyla mekân bağı yok.

Medrese mollası/âlimi desek, o da değil. Diz dize, sadır sadıra öğrenci yetiştirmiyor, müfredat takip etmiyor. İcazet vermiyor. Kendi işine yarayacak şekilde deforme etmek ve süslü kelimelerin ardına talimat saklamak haricinde ilimle çok bir bağı da yok zaten.

Mürşid/şeyh değil. Peygamber efendimizden başlayan ve bugüne kadar hiç kopmadan ulaşan, arasında boşluk bulunmayan bir silsilesi yok. Geleneğe bağlı değil. Bir mürşid-i kamil tarafından yetiştirilip, görevlendirilmişliği yok. Müridlerine seyr-i süluk yaptırmıyor. Ki zaten mürşid olmadığı için, otomatik olarak tasavvuf terminolojisinde bahsedildiği şekliyle müridleri de yok.

O zaman bu adam ne? Kim? Hangi sıfatla ve ünvanla bir dini cemaatin lideri olabiliyor? Arkasından gidenler ne gözüyle bakıyorlar? Dernek başkanı mı? Kanaat önderi mi? Apartman yöneticisi mi? Koyun çobanı mı?

İşte modern cult olmalarının sebebi bu sorunun bir cevabının olmaması. Gerçi şu an ne olduğunu biliyoruz: Terör örgütü lideri.

Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur; gelenekten, merkezden, özden uzaklaşan her yapılanma tehlikelidir.

Her islami yapı gelenekten uzaklaştıkça başka bir şeye benzemeye başlar. Mesela FETÖ, az önce saydığım sebeplerle İslami cemaatlerden çok, Moon Tarikatına benzer. Kısa bir wikipedia bilgisi bile, herkesin bu benzerliği kurmasına yardımcı olacaktır. “Moon tarikatı, 1954 yılında Kuzey Kore’den Güney Kore’ye kaçan rahip Sun Myung Moon tarafından kurulan, dünyada Moon liderliğinde bir teokrasi kurulmasını ve herkesin Korece konuşmasını amaçlayan bir tarikattır. Sun Myun Moon, gençliğinde İsa’nın kendisine gözükerek, kendisini mesih seçtiğini ve eşiyle birlikte günahsız ve insanoğlunun gerçek ebeveynleri olduklarını, İsa’nın yarım bıraktığı işleri tamamladığı iddiası içindedir.”

İslami cemaatlere yapılan eleştirilerde haklı olan kısımlar var. Silsile halinde en temiz öz olan Peygamber efendimize dayanan bir güvenlik sisteminin denetimine tabii olmayan her sözde İslami yapı, ileride bir terör örgütü olmaya namzettir. Fakat 15 Temmuz’dan önce yüksek sesle söylenemeyen, bugün ise sanki yeni bir kavram üretmişçesine, buluş yapmışçasına bütün İslami cemaatleri töhmet altında bırakan cahilce yorumlar, bizim halk oluş şeklimize düşmanlık içeriyor.

Öyle ki; gazete yazılarında okuduklarım, televizyon programlarında duyduklarım beni dehşete düşürüyor. Gözümün önüne, İlber Ortaylı capsleri geliyor “Çok cahilsin, keşke ölsen”. Sonra İlber Ortaylı’nın karikatür kibrinin bana da sirayet etmesinden dolayı kendime kızıyorum falan. Bu başka bir mesele.

Geçenlerde bir televizyon programında kifayetsiz muhterisin biri aynen şöyle dedi: “Türkiye’deki bütün tarikatlar, cemaatler kapatılmalı.” Çok afedersiniz, böylesine sadece “Höst ulan!” denir. Bu cümle öyle derin bir cehalet içeriyor ki, dediklerini yapsak dükkânı kapatıp gitmemiz gerekir.

Çünkü tarihsel sürece baktığımızda bizi biz yapan, bizi halk yapan, bizi millet yapan, bizi devlet yapan her şeyde o kapatılması söylenen, bugün töhmet altında bırakılan, İslami cemaatlerin katkısı var. Hatta bilhassa tarikatların ve tasavvufun.

Bu halk, halini, tavrını, dilini, sanatını, mimarisini, dini yaşayış ve algılayış şeklini medrese ve tekke ehline borçludur.

Tarihimize bakıp şu an övündüğümüz, adını güzellikle andığımız, eserlerini ve bakiyelerini kullandığımız sanatçıların, bilim adamlarının, âlimlerin, yöneticilerin, komutanların çoğu ya derviştir, ya şeyh.

Bugün tekrar başat bir millet olmak istiyorsak, tekkeden medreseden uzaklaşmamız değil, tekkeye ve medreseye tekrar sahip çıkmamız gerekir. Bugün FETÖ gibi bir felaketle bir daha karşılaşmak istemiyorsak, hak yolda olan İslami cemaatlere sahip çıkmamız gerekir. Hangi İslami cemaatlere? Tabii ki Hak olanlarına.

Kimse boşuna zıplamasın. Bu devlet, bu millet onların dedikleri gibi değil. İşin aslı şu ki; Efendiler, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketidir ve öyle kalacaktır