Bocklın’in ölüler adası: Ölüm yalnızca sessizliktir

Bocklın’in ölüler adası: Ölüm yalnızca sessizliktir.
Bocklın’in ölüler adası: Ölüm yalnızca sessizliktir.

Rüyaların içinden dupduru ırmaklar gibi akıyor insan. Ardında, göz hizasında kalıyor hayat. "Kutlu nihayet" kapıyı çaldığında, sahne sırası çağıltısız sessizliklere geliyor. Perde kapanıyor bir anda. Ancak şu üç şey -ölümle tanışmak, ölümle yüzleşmek, ölümün gerçekliğine hakkıyla nüfuz etmek- yaşamın doruğuna ulaştığına ikna edebilir insanı.

Ölüm, bütün ağırlığı, karşı konulamazlığı, kendisinden başka her şeyi anlamsızlaştıran mutlaklığıyla, hayatı kuşatan ve elbette onu aşarak var olan o buz gibi gerçeklik. Gizemli bilinmezliğiyle yanı başımızda duruyor, pusuda değil, ruhumuza içre. Zamanın içinde mevzileniyor, şah damarımızda volta atıyor, an’ı mühürlüyor. Soğuk damga gibi. Onu iyi tanıyoruz aslında. Ölüm duygusunun, aldığımız nefesten azade olmadığını biliyoruz. Yaşamı güzelleştiren şey ölümün bizzat kendisi üstelik. Bu yüzden yalnızca hırslarımızla saldırdığımız, tutkuya dönüşmeyen bütün o yaşamakların altında ezilmeye mecburuz. Ölümü yok saymaya gücümüz yetmiyor. Ama onu unutmanın yollarını arıyoruz. Ölüm, belirsizlikleri parçalayan nihai kararıyla ortaya çıktığında, hayat bengi anlamını buluyor. Hayat, ölümle güzel, serin, manalı. İnsan’ın ruhundaki karanlıkta büyüyen canavarları dindiren, kalplere yayılan zehri yatıştıran, an’lara kurulan küçük tapınakları yıkan -o görkemli varlığıyla- ölümdür. İnsan ölüme karşı mesafesiz, ölüm geldiğinde kâinat biraz daha sessiz. Herkes ve her şey çaresiz.

Rüyaların içinden dupduru ırmaklar gibi akıyor insan. Ardında, göz hizasında kalıyor hayat. "Kutlu nihayet" kapıyı çaldığında, sahne sırası çağıltısız sessizliklere geliyor. Perde kapanıyor bir anda. Ancak şu üç şey -ölümle tanışmak, ölümle yüzleşmek, ölümün gerçekliğine hakkıyla nüfuz etmek- yaşamın doruğuna ulaştığına ikna edebilir insanı. O mutlak sessizliği (doruk) ruhunda hissettiğinde artık her şey ebediyen değişir. Mezarlıkları gezerek elde edilebilecek bir hal değildir bu elbette. O halde ölüm’ün doruğuna tırmanarak, ruhunu sessizliklerin yankısına bırakmış bir ressamdan bahsedeceksek eğer, adı mutlaka Böcklin’dir. Bebek yaşta kaybettiği küçük kızı Maria’nın acısıyla, artık yalnızca o acının gözlerinden baktığı bir dünya vardır Böcklin’in karşısında. Bakmaktan çekinmez elbette, ama gördüğü sınanmış ölümlerin derin tortusudur. Onun meşhur Ölüler Adası tablosu, son tahlilde hayatından tuvaline sızarak durulanmış hâlini yansıtır. Ruhu sessizlik yankılarına karışmıştır işte.

Sukünetin soğuk renkleri

Sembolizmin başyapıtlarından sayılan bu tabloda, bizi, arkası yüksek kayalıklar ve ortası dev selvi ağaçlarıyla örtülmüş, bütün ihtişamıyla anıtsal bir ada karşılayacaktır. Kayalıkların içine oyulmuş mezar odaları, gri bulutlar, dalgasız dingin deniz ve sisli karanlık atmosfer ıssızlık/yalnızlık duygularını hakkıyla tahkim eder. Ada ölümün mekânı olarak, öteki âleme yapılacak yolculuğun başlangıcıyla simgeleştirilmiştir. Ama adanın etrafına tekinsizlikle kol kola örülen belirsizlik duvarı, ölüm sonrasını flulaştırır. Böylece ölüm gizemli bir hal’e bürünür. Denizin ortasındaki merdivenli dönüşsüz tek girişe sahip bu ıssız adayı merkezine alan tablonun odağında, kürekçisinin marifetiyle ağır ağır adaya doğru yaklaşan o küçük kayık vardır. Kayığın ön tarafındaki beyaz örtülü tabut, tabutun başında beyazlar içinde ayakta dua eder gibi duran figürle (heykelvari kadın) bütünlük oluşturur. Kürek seslerinin ahengi kulağımıza gelir.

Yunan mitolojisinden ilham aldığı düşünülen bu tasvirin, zift renkli Sticks Nehri üzerinde gerçek dünyadan gönderilen cesetlerin ölüler diyarına taşınmasını sağlayan kayıkçı Karon’a hizalanması oldukça anlaşılır. Ama Böcklin’in bu mitolojik hikâyeye, kendi maharetlerini, ayırt edici üslubunu ve hayatından sızan anlamları ustalıkla yerleştirdiği de ortada. Ressamın Ölüler Adası’nda kurduğu anlam dünyasını karşılayan tasvirleriyle ilk bakışta ürpertici, karanlık bir kasvetin içinden seslense de, aslında tablonun bütünündeki duygu huzur’a daha yakındır ve dinginliğin derin hâkimiyeti katre katre yayılmıştır sanki denize. Evet, baskın soğuk renkleriyle dikkat çeken resim, korkutucu görünümüne rağmen sükûneti çağrıştırır. Ölüm, yalnızca sessizliktir.

Huzurlu gölgelerin serinliği

Böcklin’in Ölüler Adası neresiydi peki? Kendi ruhuna yakın bir adres öncelikle. Mekân, bütün soyutluğuyla gerçekliği kırarak var olur. Dubrovnik yakınlarında bulunan St. Jurai, Korfu açıklarındaki Pontikonissi ya da Gaeta Körfezi'ndeki Ponza gibi benzer "ada" seçenekleri arasından Ölüler Adası’nın yerini tespit etme çalışmaları yapılmış olsa da, bu tablodaki kasvetli ada’nın gerçek mekân tasvirinden ziyade bir ruh halinin görsel yansıması olduğu açıktır. Ama Böcklin’in dünyada yaşamayan manzarasının, Floransa şehrindeyken yakın konumda oturduğu, kızı Maria’nın da defnedildiği selvi ağaçlarıyla meşhur İngiliz Mezarlığı’yla benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Küçük yaşta kaybettiği sekiz çocuk. Sekiz farklı acı. Ve Maria. Böcklin’in tuvalindeki bütün mezarlıkları kızının gömüldüğü yer’e çıkaran o duygu’yu hakkıyla tanıyabilir miyiz dersiniz?

Zaman içinde şöhreti ressamını aşan Ölüler Adası, 1880-1886 yılları arasında kasvet tonları değişen beş farklı versiyonuyla dikkatleri üzerine çeker. Böcklin’in "gölgelerin karanlık dünyasına rüya gibi dalabileceksiniz," sözünü tam olarak karşılayan tablo, Nabokov'un romanında ''bir zamanlar Berlin’deki tüm evlerde bu resim vardı,'' cümlesiyle etrafında kopan bütün fırtınaları hülasa edecektir. Vladimir Lenin, Sigmund Freud, Georges Clemenceau ve Adolf Hitler, bu ikonik eserin hayranlarından bazıları. Tatar piyanist Sergei Rachmaninoff ‘un bestelediği senfonik şiir Isle of the Dead, eserin notalarına kulak verenleri adanın uhrevi dünyasında gezdirmeyi vadediyor. Senaryosu Böcklin'in çalışmalarından esinlenen başrolünde Boris Karloff'un oynadığı Ölüler Adası filmi, tablonun disiplinler arası serbest ilham gücü ve doğal etki alanı hakkında bir fikir verebilir.

Ölüler Adası, hayat’ın gerçek serinliğe ulaşabilmesinin, ancak ölümün huzurlu gölgesinde mümkün olacağını hatırlatıyor bize. Ve evet, bütün ürperticiliğine rağmen; huzur’u betimleyen, ölümün sükûnetini çağıran ve yaşamı sonsuzlukla yücelten bir tablo bu. Dünyanın acısını, derin sessizliklerle durularken, telaş ve hırsın karşısına ebediyeti hizalıyor Böcklin.

Geçiyor dünyanın acısı.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım