Bizim sanatçılarımız tek meselesi etiket sahibi olmak

Bizim sanatçılarımız tek meselesi etiket sahibi olmak
Bizim sanatçılarımız tek meselesi etiket sahibi olmak

Filistin, bizim sanatçılarımız tarafından Batıcı önyargılardan dolayı korkak bir tavırla ele alındı

Siz rol aldığınız yapımlarda, katıldığını programlarda yerli ve milli değerlere vurgu yapıyorsunuz hep. Peki, sizce yerli ve millilik kültür endüstrisinde nasıl ele alınıyor ve neye tekabül ediyor?

Şahsen rol aldığım yapımlarda kendi ahlakıma, kendi duruşuma uygun rolleri seçmeye gayret ediyorum. Bu benim ahlaki kaygım ya da duruşumdur. Bunun millilikle ya da kültürle doğrudan bir alakası yok açıkçası. Bu benim öz-değerimden kaynaklanan bir şey. Fakat kültür endüstrisi açısından bakacak olursak şunları diyebiliriz: Bizler maalesef ki aldığımız eğitimlerde yani konservatuvarda, oyunculukta, resimde, müzikte adı her neyse hep Batı menşeili eğitimler alıyoruz. Mesela nedir konservatuvarda aldığımız oyunculuk? Klasik eğitimdir, klasik oyunculuktur. Stanislavski yöntemidir. Bununla birlikte aynı zamanda Alman ekolüdür bizim eğitimimizin kökeni. Konservatuvarlarda alınan müzik eğitimi de Batı kökenlidir, Batıcı eğitimin bir sonucudur. Bu yüzden buralarda alınan eğitimleri kolay kolay milli değerlerimize taşımamız, milli bir kültüre dönüştürmemiz zor olabiliyor.

Tabii farklı kürsülerde bizim kültürümüzü yansıtan eğitimler elbette veriliyordur. Ya da sanat eğitimi bireysel olarak almaya çalışanlar vardır. Ama kültür yapısı içerisinde -resim de edebiyat da dâhil olmak üzere- hep Avrupa'nın, Batı’nın rüzgârına takılmış durumdayız. Bunu sentezlememiz gerekiyor. Öncelikle bir başlangıç noktası belirlememiz gerekiyor. Örneğin sıfır noktasını Cumhuriyet olarak belirleyip buradan geriye doğru yeniden bir tarihsel arayışa girmemiz gerekiyor. Kendi tarihimizi yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Şu an mesela ben Mehmed: Fetihler Sultan dizisinde oynuyorum. Biz bile bulunduğumuz dizi içerisinde bu karakterlerin gerçekte nasıl durduklarını, gerçekte o konuşmayı nasıl yapacaklarını, nasıl bir ahlaka sahip olduklarını araştırıyoruz.

Bizler öncelikli olarak kendi tarihimizin derinliğini keşfetmek zorundayız. Yani nasıl bir kültürden geldiğimizi yeterince araştırıp, özümseyip, ondan sonra bugünün kültürüne geçmişimizi nasıl monte edebiliriz? Bunun cevabını aramalıyız. Bu cevabı bulabilirsek, başka milletlerde olduğu gibi bizler de kendi öz kültürümüzle dünya kültürüne, sanatına daha fazla katkı sağlayabiliriz. Ama öncelikle kendi kültürümüzü yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Çünkü kültürümüz bize unutturuldu.

Sizce sanatçılar başta Filistin olmak üzere, yurt dışında Türkiye’yi ve Biz’i doğrudan ilgilendiren meselelerde siyasi bir duruş sergilemekten çekiniyorlar mı?

Elbette çekiniyorlar. Bizim sanatçımız maalesef o çok özendiğimiz Avrupa'nın, Amerika'nın sanatçılarından bile çok uzak bir duruş sergiliyorlar bu konuda. Bu yüzden çiğ, ham bir duruşa sahip, sadece etiket sahibi varlıklardan ibaret oluyor bizim sanatçımız. Bizim sanatçılarımız tek meselesi etiket sahibi olmak. Çünkü bizim sanatçımız kendi fikrini beyan etmek, kendi düşüncesine sahip çıkmak yerine, hep almış olduğu, duymuş olduğu sözleri kendi birikimiymiş gibi aktaran bir çevre, zümre olmuştur. Bu manada önce kendi duruşu olması lazım sanatçımızın. Dik bir duruş… Sanatçı olmak zaten böyle bir şeydir. Toplumun bir adım önünde olabilmektir. Çünkü biz sanatçılar olarak bize bakan insanlara karşı örnek teşkil ediyoruz. Biz izlenen, dinlenen kişileriz. Dolayısıyla yaptığımız hareketler, söylediğimiz sözler de örnek teşkil ediyor. Bu noktada kendi içimizi yüklü tutmak, edepli ve edebi olmak durumundayız; ebedi olabilmek için.

Filistin, bizim sanatçılarımız tarafından Batıcı önyargılardan dolayı yine korkak bir tavırla ele alındı. Kimi zaman cüretkâr ve cesur gibi görünen söylemlere denk geliyoruz. Ama aslında tamamen korkak ve yere basmayan bir duruş söz konusu. Filistin'i ve Müslümanları savunmak sanatçılarımız için çok uzak bir mefhumdur. Bu sebeple bilhassa Gazze ve Filistin konusunda, mazlumlarla alakalı bir duruş sergilemiyor bizim sanatçılarımız. Neler için ayaklanabildiklerini ya da neler için yürüyebildiklerini zaten hepimiz izliyoruz. O eylemler de bize enjekte edilen ve organik olmayan sloganlardır, söylemlerdir, savunulardır. Hayvan hakları, eşcinsel hakları vesaire.

Türk toplumu uzun yıllardan beri Batı hegemonyasına hapsolmuş durumda. Tüketim alışkanlıklarından hayatı yorumlayış biçimlerine kadar birçok konu Batı'dan ithal edilen kavramlarla tanımlandı. Peki Türkiye’de, kültür-sanat alanında milli bir düzen kurabilecek mi günün birinde?

Evet, biz maalesef Batı’ya meyletmiş bir toplumuz. Buna özendirilmişiz. Cumhuriyet'in kuruluşu itibariyle de öz kültürümüz bize unutturulmuş… Dilimiz unutturulmuş, sanatımız unutturulmuş, savaşçılığımız unutturulmuş. Savaş bile bir sanattı bizim kültürümüzde. Bu manada bizim üzerimize bize uymayan bir kıyafet giydirildi, bize uymayan bir gömlek giyiyoruz. Ancak biz kendi motiflerimizi, kendi desenlerimizi taşıyan bir kıyafet giymek zorundayız. Üzerimize taşıdığımız kostümler bile bizim hayattaki duruşumuzu şekillendiriyor.

Duruşumuzu şekillendiren aynı zamanda bizim birikimimizdir, bizim kültür seviyemizdir, okuduklarımızdır, izlediklerimizdir, düşündüklerimizdir. Biz bu konularda -yine birinci soruda verdiğim cevap gibi- hep kopya çeken kişiler olduğumuz için toplum olarak da buna biz meyillendirilmişiz. Biz eğitimde de böyle ezberci bir sistem gördük. İçinde psikodrama barındırmayan, muhakeme yeteneğini tamamen yok eden, sadece ezberciliğe dayanan bir eğitimden geldiğimiz için refleksel kabiliyetlerimiz ve dürtülerimiz tamamen kaybolmuş durumda. Kısır bir eğitimin içerisinde de kültürsüz ve yobaz olmuşuz. Bu yobaz kelimesini en entelektüel görünümlü insanlar için bilhassa kullanmak istiyorum. Her konuda açıklama yapabilen fizikçi olup edebiyat üzerinde, din üzerinde, siyaset üzerinde olağanüstü birikimlere sahipmiş gibi çeşitli söylemlerde bulunan kişiler… Aslında biraz dikkat edince bu insanların Batı’dan öğretilen cümlelerden oluştuğunu çok net anlayabiliyoruz.

Oyunculuğa ilk başladığınız yıllardan bugüne hem Türkiye’de hem de dünyada çok şey değişti. Peki o yıllarda sanatçılardan beklenen neydi bugünden farklı olarak? Böyle bir ortamda Türkiye’yi, dünyayı ve edebiyatı nasıl algılıyordunuz? Ve Türk izleyicisinin 15-20 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi bugünden farklı olarak?

Ben önce Ankara Sanat Tiyatrosu'nda eğitim alıp daha sonra konservatuvara girdim. Oyunculuk serüvenime başladığım zamanlarda diziler 40 dakika-50 dakika belki 60 dakikayı bulurdu. Bu kısa süreli dizilerde çok daha kaliteli metinler, senaryolar yazılırdı. Bugün baktığımız zaman çeşitlilik epey fazla, ancak derinlik olarak benim 20 yıl önce oyunculuk yaptığım zamanlar hakikaten daha şatafatlıydı. Ahlaki değerler daha çok önceleniyordu. Bizden öncesine gittiğimizde ise daha siyasal bir dönemle karşılaşıyoruz. Türkiye her zaman önemli siyasal süreçlerden, çatışmalardan geçti. Bu siyasi süreçler sağ ve sol cenahta sanat, edebiyat ve sinema gibi alanlarda çatışma araçlarına dönüştü. Bundan mütevellit kelimeler ve cümleler daha edebi, daha akla ve mantığa besin olabilecek şekilde dizayn edildi.

Bugün ise kapitalist dünyanın üzerimize daha çok çöktüğü bir dönemden bahsediyoruz. Tüketime dayalı, eğitimin geri plana bırakıldığı, tanınmış yüzlerin abuk sabuk cümlelerle ön plana çıkarıldığı bir zaman… Yani kalitenin ve düşüncenin azaldığı; YouTuber’ların, influencer’ların göz önünde olduğu, daha değerli görüldüğü; renklerin çoğaldığı ama bu renklerin ruha dokunmadığı bir zamana denk geldik maalesef. Kısacası çok garip bir kültür karmaşası içerisindeyiz, kültürsüzlüğün hâkim olduğu bir kültür içindeyiz… Ben kendimi bu gibi nedenlerden dolayı TRT'nin bir yapımı içerisinde olduğum için biraz daha şanslı hissediyorum.

Bu toprakların hikâyesini anlatmak için neler yapılabilir?

Bu toprakların hikâyesini anlatmak için, bugün benim de içinde bulunduğum dizi gibi, dönem işlerini canlandırmamız gerekiyor. Ama bunlar siyasi bir amaç gütmeden, insanımızın nasıl büyük bir ahlaki yapı ve güzel bir dinin içerisinden, hangi koşullarda geldiğini anlatmalı. Hikâyeler maddi olarak ciddi şekilde desteklenmeli ve kaliteli senaryolara dönüştürülerek ekranlara, edebi eserlere, resimlere, müziklere ve sahnelere taşınmalı. Bizim kültürümüzü taşıyabilecek nitelikte eğitimler almış, düşünen, vatanını-kültürünü bilen, bunun merakında ve aşığında olan gencecik çocuklarla yepyeni işler yapmamız gerekiyor. Onların yolunu açmamız gerekiyor, onlara şans tanımamız gerekiyor.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım