Biraz turkuaz
Dilberdudaklarından, kadınbudulardan, imambayıldılardan. Birleşik yazılması gereken kelimelerden. Ayrı yazılması gereken de'lerden, ki'lerden. Sorumluluklarından. Sorumsuzluklarından. İşinden. Müdürden. "Geç geldiniz"lerden, "erken gittiniz"lerden. "Yazıları imzalamamışsınız"lardan. Her şeyden, herkesten fena hâlde sıkılıyor.
Her sabah yılgın bir memurun vazife duygusuyla uyanıyor. Lokmaları vahşice dişleyişini, ağzında döndüre döndüre yutuşunu, vücudunun onu canhıraş bir çabayla sindirmesini sıkıntıyla izliyor. İzlerken zaman geçiyor. Sonraki öğün geliyor. Tekrar başlıyor her şey. Dişle, çiğne, yut, sindir. Her öğün sil baştan. Sıkılıyor. Dilberdudaklarından, kadınbudulardan, imambayıldılardan. Birleşik yazılması gereken kelimelerden. Ayrı yazılması gereken de'lerden, ki'lerden. Sorumluluklarından. Sorumsuzluklarından. İşinden. Müdürden. "Geç geldiniz"lerden, "erken gittiniz"lerden. "Yazıları imzalamamışsınız"lardan. Her şeyden, herkesten fena hâlde sıkılıyor. Öğretmenler odasına girdi şimdi. Ağır bir kütle gövdesi. Sandalyeye bıraktı. Öğretmenlerden biri sivri bakışlarını üstüne dikti bile. "Ne olacak ülkenin hâli" dedi sert sert. Bir diğeri bitkin kafa salladı. Geri çekildi. Bir sohbetin son dalgası bu; kıyıya vurdu. Dalgalar üstünden aşıp gitti. Zil çaldı, derse girdi.
"Hocam bugün ders işlemesek" "Yazılıları okudunuz mu?" "Aylin şarkı söylesin, dinleyelim" Yoklamayı alıp defteri doldurdu. Ders başladı. Ağzını açıp kapatarak, kelimeler için gerekli sesleri çıkarabildi: "Nerede kalmıştık?" Sorular sordu. Cevaplar aldı. Konuyu toparlayıp ödevler verdi. Müfredatı yetiştirmeye çalıştı. Günlük planlar, yıllık planlar. Veli, müdür, müfettiş; günlük sıradan işler ve sorumluluklar işte. Çok sıkılıyor. Teftiş edenlerden. Her şeyi bilenlerden. Bir şey bilmeyenlerden. Bilirkişilerden. "Günaydın." " Size de iyi günler." "Nasılsınız?" "Yuvarlanıp gidiyoruz." " Biz mi? Burada kendi kendimize konuşuyorduk. Bakmayın siz bize" Konuşa konuşa sıkıntısını dağıtmaya çalıştı. Her şeyi anlattı böyle böyle. Tüm söylenebilecekleri söyledi. Başına gelmiş ve gelecek olanları hemen her boyutuyla ele aldı. Sıkıntısı geçmedi. Yolculuğa mı çıksa? Yolculuklardan da sıkıldı. Son yola çıktığında sıkıntıdan felç olmuştu. Ne geri dönebilmiş, ne ileri gidebilmiş, bulunduğu yerde olmamayı dileyerek geçirmişti süreyi. Anlamsızdı her şey.
Gidebileceği yerlerin olduğu yerden bir farkı yoktu. Aynı manzaraların tutsağıydı. Her şey diğerinin tekrarıydı ve herkes birbirinin kopyası. Yaşananlar bir takım tekrarlardan ibaretti. Rutinlerden bıktı. Kadın olmaktan, insanlıktan. "İnsanlık öldü mü?" "Nerede bu insanlık?" Hepsinden fena hâlde sıkıldı. "Kadının yeri bellidir." Genç nutuklardan, ihtiyar nasihatlerden. Hiçbir yere gidemiyor olmaktan sıkıldı. Hiçbir yere gidememesi yeni bir durum. Çünkü onun bir ayağı artık yok. Ne zaman böyle olduğunu bilmiyor. İki ayağı varmış eskiden. Fotoğraflarına baktığında anlıyor öyle olduğunu. Fotoğraflar daha önce gittiği gezilerde çekilmiş. Mutlu olduğunu görebildiği birkaç fotoğrafı var sadece. Üzerinde turkuaz gömlek, aynı renkte bileklik. Ayaklarında beyaz spor ayakkabılar. Zamanla yok olmuş olmalı ayağım, diyor. Fark etmeden, yavaşça çekilmiştir hayatımdan. Ani veya acılı olsa fark edebilirdim. Ani şeylere alışamaz insan. Bir gün biri; "Aaa! sen tek ayaklısın!" diyor birdenbire.
O anda anlıyor durumu. "Ne zaman kaybolmuş ayağımın teki bilmiyorum," diye yanıtlıyor soranları. İnsanların tuhafına gidiyor. Derken kınama kılıcını çıkarıyorlar. Başlıyorlar kesip biçmeye. Vay efendim insan kendi vücuduna ait bir organın nereye gittiğini bilmez miymiş? Bir kadın kendi ayağına sahip olamazsa ne olurmuş milletin hâli. Fıs, fısfıs, fısfısfıs. Onlara aldırmıyor. Sürekli dedikodu yapan, habire kınayacak bir şey bulan insanlar ne de olsa. Bir gece rüyasında dev bir aynaya baktığını görüyor. Aynada kendine başka bir aynada bakan bir kadın silueti var. Dev aynanın içine hapsolmuş sonsuz sayıda aynada kendine bakan kadın görüntüsü. Kendisi gibi görünen biri bu, fakat çok daha farklısı. Bakışları, hareketleri farklı, çok farklı. Karanlık, cesur bakışlarını simsiyah bir makyaj çerçeveliyor. Gece rengi saçları omzuna dökülüyor. Vücudunun birçok yerinde dövme var. Neden sonra dövmelerinin kanat şeklinde olduğunun ayrımına varıyor.
Aynadaki kadın elindeki aynayı yere bırakıp ona doğru yürümeye başlıyor. Alaycı bir bakış var yüzünde. Adım adım üstüne geliyor. Kadın kendine doğru ilerledikçe kanatları çıkıyor yanlardan. Bunlar turkuaz rengi göz alıcı kanatlar. Aynanın bu tarafında kendisi gerisin geri gitmek istiyor, fakat gidemiyor. Ayağının olmadığı geliyor aklına. Aynadaki kadın adım adım yaklaşıyor, korkuyor ve birden uyanıveriyor. Uyandığında sıkıntı dışında bir şeyler hissediyor. Uzun zamandır ilk defa oluyor bu. O kadını, o karanlık gözleri bir daha unutamayacağını anlıyor. Suç işlemeye karar veriyor. Hiç işlenmemiş suçlar. Bilinmeyen suçlar. Nefis doyumlar hayali olanlardır, diyor iç sesi. Huzursuz ruhunu ortadan ikiye bölüyor. Birini kimseye göstermiyor.
Bir Adam
Karım bizi sevmiyor, yani beni ve çocuklarımızı. Mutlu görünüyoruz dışarıdan bakınca. Mutluyuz, diyorum insanlara. Kimse durup dururken "Mutlu musunuz?" diye sormuyor elbette, fakat soran olursa cevabım hazır: "Mutluyuz biz, her şey yolunda. Pek kavga etmeyiz. Ufak tefek olur elbet. Evliliğin tuzu biberi onlar da. Her yere birlikte gideriz. Kocaman bir mutluluk balonun içinde yuvarlanarak gezdiğimizi söylerler. Kendimi onlarsız tanımlayamam. Aklıma sadece şu cümleler gelir: Ben bir babayım. İki küçük çocuğum var ve bir eşim. Otuz yıllık memurum. Yakında emekli olup küçük bir sahil kasabasına yerleşeceğim. Torun sevip bahçe işleriyle uğraşacağım" Karıma sorsalar farklı şeyler söyler. Şarkılardan bahseder mesela. Tutkudan, aşktan ve daha başka şeylerden. Ben sevmem öyle yapmacık şeyleri. Tutkulu bir erkek olmayabilirim ama sadık bir kocayım.
Şiirden, şarkıdan anlamam. İçkiyle kumarla da işim yoktur. Sadece çay içerim. Her gün bir demlik çay. Yanında mutlaka çerez yeriz. Her akşam ana haber bülteni izleriz. Ardından diziler ve maçlar gelir. Karım ana haber bültenlerinden nefret eder. Televizyonun karşısında, turkuaz koltukta uyuya kalmamdan hiç hoşlanmaz. Bir ailede kadın kadınlığını bilmeli, erkek de erkekliğini. Mesela; karım çalışan kadın olmasaydı böyle mutsuz olmayacaktı. Sofrada önümüze iş telaşlarını değil, sıcacık çorbaları koyacaktı. Biz de mutlu olacaktık, o da tabii. Şimdi bizi yük olarak görüyor. Hayatında olmasak, özgürlüğünü dolaştıracak çocukları yerine. Oysa ben bir koca olarak tüm görevlerimi yerine getiriyorum. İşyerinde herkes beni sever. Çocuklarımla ilgiliyim. Evime bağlıyım. Faturaları zamanında öderim. Arkadaşlara kılıbık görünmeyecek, erkekliğe leke sürdürmeyecek bir şekilde doğum günlerini, evlilik yıldönümlerini, tüm o lanet günleri hatırlar ve kutlarım.
Ama yine de karım sevmiyor beni. Sürekli eleştiriyor. Zoraki ilgileniyor bizimle. Her şeyden şikâyet ediyor. Sıkılmış ruhuyla aramızda hayalet gibi dolaşıyor. O hayalete göre hareket ediyoruz. Onun istemedikleri, onun sevmedikleri, onun sinirlendikleri. Bazen aklıma kötü şeyler geliyor. Ondan kurtulmak istediğimi sanıyorum. Korkuyorum. Bir tanıdığın karısı öldü geçenlerde. Aniden, tak diye. Şok oldu adam. Dünya başıma yıkıldı, falan dedi. Hep kavga ederlerdi hayattayken. Kadının burnunu kırmıştı bir keresinde. Tek yumrukla. Barıştırdık zoraki. İyi oldu. Ne yapacaklar ayrılıp bu yaştan sonra. Şimdi yokluğuna alışamıyormuş. Tuhaf. Bir eşin yokluğu çekilmiş bir dişten geriye kalan çukurdur. Dilin o civarda aranır durur. Bir süre alışamazsın. Zamanla kanıksarsın. Hatta yeni diş bile yaptırırsın. Eskisiyle zaman geçirmemiş, onca yiyeceği çiğnememiş, ağrıda sızıda birlikte olmamışsın gibi. İnsan alışıyor işte her yokluğa.
Bir Kadın ve Bir Adam
Bir kadınla bir adam vardı. Anlatıcı, kadınla adamın öykülerini ayını öyküde birleştirdi. Sırf yolları bir yerlerde kesiştiği için yaptı bunu. Zamanla kadın her şeyden sıkıldığını fark etti. Hem de her şeyden. Karısına inattan mıdır nedir, adam hiç bir şeyden sıkılmadı. Her şeye alıştı. Her şeyden sıkılan kadına bile alıştı. Anlatıcı, kadınla adamın tüm uyuşmazlıklarına rağmen ayrılmalarına izin vermedi. Turkuaz rengine rağmen. Ayrılmalarına izin vermedi. "Biraz Turkuaz" koydu öykünün adını, belki bu yüzden.