“Bir türkü tutturmuşum, anlıyorsun değil mi?”

Bir türkü tutturmuşum, anlıyorsun değil mi.
Bir türkü tutturmuşum, anlıyorsun değil mi.

90’ların başı... Bir yaz sabahı. Güneş yükseliyor. Biz; yani ben, dayıoğlu, komşu çocukları Ethem ve rahmetli Halil İbrahim ile oyun kurmaya çabalıyoruz. Dedemin kerpiçten yapılma tek katlı evi bize hem gölge hem oyun için malzeme desteği...

1970 yılındaki Gediz depreminden sonra, bir odasını bugünün teknolojisinde kazık temelli ve ahşap kafesli inşa ettirdiği için bu evi çok seviyoruz. Depremden filan anladığımız yok da, dedemin “Ben burayı hususi yaptırdım, deprem evi!” deyişi başımızı döndürüyor. Evin, Seyyid Battal Gazi Külliyesi’ni ve uçsuz bucaksız ovayı gören muhteşem bir de manzarası var!

Biz evin önünde oyuna henüz başlamışken, daha önce hiç görmediğimiz cinsten bir minibüs gelip duruyor yanımızda. Direksiyonda uzun saçlı biri var. “Aaa arabayı kadın kullanıyor.” diye heyecanlanıyoruz. O yıllarda kasabada hem böyle minibüs, hem kadın sürücü, hele minibüs kullanan kadın sürücü görmemişiz demek ki hiç! Biz heyecanla olayı anlamaya çalışırken, aracın bize göre ardında kalan diğer tarafından birisi geliyor. Neye uğradığımızı ne yaşadığımızı şaşırıyoruz! Çok heyecanlanıyoruz! Rüya gibi! Barış Manço geliyor. Tam karşımızda, gülerek, etiyle kemiğiyle, saçıyla sakalıyla yüzüğüyle Barış Manço geliyor! Sonra anlıyoruz, minibüsü kullanan da “büyüyünce” öğrendiğimiz Kurtalan Ekspres’in gitaristlerinden! Yani kadın değil! Barış Manço da kasabamızdaki tarihi külliyede çekim yapmak için gelmiş zaten.

Sokakta bir telaş başlıyor. Biz o zamanlar “7’den 77’ye Adam Olacak Çocuk” izliyoruz. Başka nereden bileceğiz Barış Manço’yu! Kadıköy’de değiliz, evimiz Moda’da değil. Dedem çıkıyor evden: “Barış Babaaaa! Hoş geldin yaaavvv!” diyor kendine has, o zamanların cemiyet ehli otobüs kaptanı garaj tavrıyla! Ananem geliyor ardından. Barış Manço benim yanıma çöküyor, elini belime sarıyor. “Kahvaltıda ne yedin?” diye soruyor. Rüya gibi. Televizyonda ne oluyorsa aynısı oluyor. “Ekmek, zeytin, peynir, çilek reçeli...” deyip geveliyorum. Ananem sesleniyor kapının eşiğinden: “Barış amcası bu yumurtanın sarısını yemiyo!” Beni Barış Manço’ya şikâyet ediyor. Barış abi “Aaa!” diyor nağmeli sesiyle. “Yumurtanın hem beyazını hem sarısını yiyoruz, söz mü?” diye soruyor hızlı hızlı! Söz veriyorum. O gün sahiden yumurtanın sarısını yemeye başlıyorum.

Ve...

Aradan yıllar geçiyor. Yaşım, her yıl Barış abinin yaşına yaklaşıyor. Afrika’ya bir iş seyahatim var. Yorgunum. Kadıköy’e geliyorum. Buradan otobüse binip havalimanına gideceğim. Havalimanı otobüsünün kalkış vaktine henüz var. İskeleden Haydarpaşa’yı, Boğaz’ı, karşıdaki Ayasofya’yı, Sultanahmet’i, vapurları izliyorum. Yanımdan bir anneyle çocuğu geçiyor o ara. “Sahilden Moda’ya gidelim mi?” diye soruyor anne oğluna. Oğlan elindeki tabletten başını kaldırmıyor. Anne tekrar soruyor: “İstersen Üsküdar’a dönelim?” Oğlan yine cevap vermiyor. Anne bezgin. “Kahvaltı yaptınız mı bu sabah okulda?” diye soruyor. Çocuk “Evet,” diyor “ama yumurta yemedim.” Anne öfkeleniyor: “Söz vermiştin! Yürü hadi, otoparktan arabayı alalım, akşam trafiğine kalmadan eve gidelim. Hamburger mi yoksa pizza mı söyleyelim akşama, ne istiyorsun?"

Bizim kasabadan Kadıköy’e yüzyıllık yolu aşmış gibi içimde bir çocuk gülüyor. İçimde bir çocuk ağlıyor. Bir çocuk içimde oyun kuruyor. “Bir türkü tutturmuşum, anlıyorsun değil mi?”

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım