Bir nöbet de sen tut
Mescid-i Aksa öyle anlatıldığı gibi değil zaten. Gidip görmeden de anlaşılacak bir yerdeğil. Görsen bile anlaman mümkün değil. O yüzden git, gör ve hisset en kısa zamanda.Şair olsam, bir şiir yazar, aklını başından alırdım. Ama şimdi aklın başında lazım,hem ben şair de değilim. Şunu bil yeter, işte bu yüreği hoplatan mekânlar var ya, işgalaltında. Üstelik sen bunu bildiğini söylüyorsun…
“Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun?” diyor ya Oğuz Atay, benim de kalbim cam kırıklarıyla dolu. Hareket etmeme gerek bile yok acısını hissetmem için. Batıyorlar ve hissediyorum her bir parçasını, hissediyorum ve batıyorlar birer birer.
İşgal altındaki Kudüs’ten gelip, terörü yaşayıp, kendimi Halepli çocuklara ağlarken bulmak için ne günah işlemiş olabilirim. Geldim ve gördüm evet, gördüm ve kuytu köşelere sığınmak istedim. Mübarek yerlerdi oysa geldiğim, o huzurla ben, “uzun bir süre idare ederim” demiştim. Ama olmadı!
“Güvenli mi oralar?” diye sordunuz ya, güvenli güvenli… Benim ülkemden daha da güvenli bizim için. Vatan toprağına ayağımı basar basmaz patladı bombalar. Oysa Kudüs’te, sırf sen Türk’sün diye, en fazla Filistinli çocukların saldırısına uğrayabilirdin. Tek bildikleri Türkçe kelime olan “Erdogan” diyerek boynuna atılan çocuklar kadar tatlı tehlikelerden geçerdin. Tek Türkçe kelime dediysem, binlerce anlamı olan cümle anlayın siz. “Erdogan” demek ümit demek onlar için, huzur demek, güven demek. Belki bir parça ekmek demek, bir paket makarna, bir dolu sevgi demek. Sadece çocuklar mı, büyük küçük herkes size kocaman bir gülümseme hediye eder Kudüs sokaklarında. Siz Türk topraklarından geldiniz ya, en büyük tehlike, bir paket pirinç veya toz şeker için peşinizden koşan el Halil’in fakir çocuklarıdır. Poşeti ellerine verdiniz mi, koşar adımlarla uzaklaşırlar yanınızdan onlar da.
Oysa Kudüs’te, sırf sen Türk’sün diye, en fazla Filistinli çocukların saldırısına uğrayabilirdin. Tek bildikleri Türkçe kelime olan “Erdogan” diyerek boynuna atılan çocuklar kadar tatlı tehlikelerden geçerdin.
Tabii bin türlü uyarıyla indik biz de Tel Aviv havaalanına. “İçimizden bir veya birkaçımızı alıp sorguya çekebilirler. Korkmanıza gerek yok, normal şeyler bunlar” dediğinde rehberimiz, ilk kâbemize sorguyla girebilme ihtimalinin utancını hissetmedim değil. Ama kimse sorgulanmadı, tartaklanmadı, olmayacağından değil, bu sefer olmadı ve usulca girdik peygamberler diyarına.
Uçaktan iner inmez o manevi huzur sarmıyor her bir yanınızı. Ayak bastığınız yer İsrail toprağı çünkü, İsrail deyince tüyler, bilirsiniz işte, diken diken. Ama Mescid-i Aksa toprağına değmek, o mekânı seyretmek bile kendinizden geçmenize yeter. Kudüs sendromuna tutulur muyum, uyur, bir daha uyanmaz mıyım, susar, bir daha konuşmaz mıyım… Bir de şimdiye kadar gelmiş olmamanın pişmanlığı sarar içinizi. Nasıl ihmal etmişim? Neden uzak durmuşum? Niye kimse böyle anlatmamış? Anlatmış da ben mi anlayamamışım? Nasibim mi yokmuş?
Mescid-i Aksa öyle anlatıldığı gibi değil zaten. Gidip görmeden de anlaşılacak bir yer değil. Görsen bile anlaman mümkün değil. O yüzden git, gör ve hisset en kısa zamanda. Şair olsam, bir şiir yazar, aklını başından alırdım. Ama şimdi aklın başında lazım, hem ben şair de değilim. Şunu bil yeter, işte bu yüreği hoplatan mekânlar var ya, işgal altında. Üstelik sen bunu bildiğini söylüyorsun…
- Misal, dört peygamberin ve üç peygamber eşinin kabirleri olan el Halil Camiine iki güvenlik noktasından geçip, X Ray cihazlarıyla aranarak girebiliyorsun. Filistinliler ise İsrail askeri turnikeyi açarsa ancak camiye girebiliyor.
Mesela geçen Ekim ayında hiçbir cumartesi ezan okunmamış orada. Çoğu gün akşam ve yatsı ezanları da. En acısı da Harem mescitlerinden olan bu mescidin % 60’ı artık sinagog.
Yıl 1994, Şubat’ın 25’i. Bir ramazan sabahı Barush Goldstien isimli bir Yahudi el Halil Camiinde namaz kılan insanların üzerine ateş açar. Bazı kaynaklar tek başına olmadığını, yanındaki kişinin silahına şarjör doldurduğunu ve her zaman kapıda duran polislerin de sayısının oldukça az olduğunu söyler. Akabinde ne mi olur? 60 küsur Müslüman şehit olurken, 300’e yakın kişi de yaralanır. Tabii ki adam linç edilir ve İsrail hükümeti doktorluk yapan bu adama akli dengesi yok diye rapor verir. Ardından güvenlik için 9 ay mescit kapalı kalır. Açıldığındaysa mescidin yarısı sinagog olmuştur. Zaten amaç da budur.
El-Halil Camisi böyle de Mescid-i Aksa farklı mı sanki? Onlarca İsrail askerinin denetiminde girebildiğimiz mescitten söz ediyorum.
Siyonistlerin hayalini süsleyen Süleyman mabedini inşa etmek için bu mübarek mekânın da altını oyuyorlar. Bir gün bir bakacağız ki temelleri zayıflayan mescid, 5 şiddetinde depremle yerle bir olmuş. Yerine Süleyman Tapınağı inşa edilmiş. Vah ki ne vah! Siyonistler avlusunda tavaf ederek mescidimizin hürmetini çiğnemeye başlamışlar bile. Avlu dediğime bakmayın siz, bilirsiniz Mescid-i Aksa sarı kubbeden ibaret değil. İçinde beş mescidi olan 144 dönümlük alanın tamamı kutsal mekân. Aslında bizi kandırmamışlar, Mescid-i Aksa sadece sarı kubbeli mescid değilmiş, ama o da Mescid-i Aksa’nın içinde bir mescidmiş. İşte böyle tartışmalarla bizi oyalarken, sarı kubbenin dışındaki mekânlarda tavafa durmuşlar. Hani şu teyzeler vardı ya, bizim adımıza bizim kutsalımızı muhafaza etmek üzere her gün Mescidimiz etrafında nöbet tutan Filistin’in kahraman Murabıt kadınları, işte onların çoğunun artık Mescid-i Aksa’ya girmesi bile yasak. Günün bazı vakitlerinde tamamen boş olan mescidin avlusunda hatırlı Yahudiler tavaf yapıyor. Necis bedenleriyle mabedimizi kirletiyorlar. Hiçbir şey yapamıyorsan, gel ve bir nöbet de sen tut. Şimdilik sadece bu.
- Filistin halkının çaresizliğini yazmıyorum bile. Öte yandan Halep’in çocuklarına ağladın dün, bugün, belki günlerce, biliyorum. Çocukları kurtarsak, tek onlara dokunmasalar diye düşündün, ben de...
Feryatları kulaklarından gitmiyorsa, merhametinden değil, arşı inlettiklerinden. Halep’te katliam olurken, Filistin’in müzmin çaresizliğine ağlamanın anlamı yok diye de düşünmüş olabilirsin, haklısın. Oysa Kudüs özgür olmadan, Halep’in çocukları kurtulmayacağı gibi İstanbul’da da bombalar susmayacak. Ama taş atan kahraman Filistinli çocuklara fazla güvenme artık. Siyonist abileri uyuşturucuya alıştırıyormuş şimdilerde onları.
Böyle çaresiz düşüncelerle boğuşurken buldum o kuytu köşeyi. Gözlerimi kapatıp Kubbet-üs Sahra’daki mağaranın bir köşesine kıvrılıp öylece kaldım. Kalmak ne demek bilir misin; ağlamak, ağlayamamak, yalvarmak, yalvaramamak, susmak, konuşamamak, ölmek ama ölememek gibi bir şey. Bir gelsen buraya, bir kuytu köşe de sen bulsan, öylece kalsan, belki diyorum, çok da fazla bir şey diyemiyorum.