Bir millet Ebabil kuşlarına dönüştü...
Hiçbir zaman ekranlarına çıkamayacakları TRT’yi, işlerinin düşmeyeceği MİT’i, dedelerini venenelerini Hacca yolculamak dışında uğramayacakları havalimanlarını, hayatlarında bir kezbile görmedikleri Genelkurmay Başkanlığı’nı canları pahasına savundular.
15 Temmuz 2016 akşamı. İşbirlikçi hain bir cunta hükümeti devirmeye kalkıştı. Kerameti kendinden menkul hasta ruhlu sahte Mehdi’nin zihni iğfal edilmiş müritlerinden ve apoletine yıldız ekleme hülyasına kapılmış birkaç gafilden oluşmuş Yurtta Sulh Konseyi bir bildiri yayınladı.
Bildirinin sonunda NATO’ya biatını tazelemeyi de ihmal etmedi. Darbe gerekçesi olarak saydıkları maddelerin hepsini bir gecede kendileri uyguladılar. Milletin vergileriyle alınmış silahları gasp edip millete çevirdiler. Haramiler gibi köprü başlarını tuttular. Alçak uçuşlarla, adı üstünde alçakça uçuşlarla bir korku iktidarı kurmaya kalktılar. En temel insan hakkı olan yaşama hakkını vatandaştan çekip aldılar. Hukuku bir paçavra gibi çöpe attılar. Meclisi bombalayarak demokratik sisteme saldırdılar. Terörle mücadelede öncü rol üstlenen emniyet ve istihbarat teşkilatını vurdular.
Bir millet o gün; Oturmayı zillet saydı. Ayağa kalktı. Meydanlara sel gibi aktı. Sabrın bir yürüyüş hali, sebatın ayakların yere sağlam basmak olduğunu son asra anlattı.
Ölçmüş, biçmiş, tuzak kurmuşlardı. İşgalin aşamalarından tut belediyelere kimi atayacaklarına kadar planlamışlardı. Hesaba katmadıkları tek şey Milletti ve milletin bağımsızlık sevdasıydı. İnsanlar, insan olma haysiyetini tüm damarlarında hisseden ademin nesli, kuklalarca iradesine ipotek konulmasına razı olmadı.
Herkesten önce; günleri mahalle berberi ile arabalara ses sistemi takan dükkanların arasında mekik dokumakla geçen çocuklar doğan görünümlü şahinlere doluştular. Belki de hiçbir zaman yürümedikleri kaldırımları ve işlerinin düşmeyeceği kurumları savunmaya gittiler. Borsada hisseleri, bankada mevduatları, dalgalarla öpüşen yalıları, büyük kariyer planları, derin siyasi hesapları yoktu. Sadece Türkiye Cumhuriyeti kimlik numaraları vardı. Bu da yetiyordu bir vatanı sevmeye... Hiçbir zaman ekranlarına çıkamayacakları TRT’yi, işlerinin düşmeyeceği MİT’i, dedelerini ve nenelerini Hacca yolculamak dışında uğramayacakları havalimanlarını, hayatlarında bir kez bile görmedikleri Genelkurmay Başkanlığı’nı canları pahasına savundular.
Ve sonra züppeler balkonlarından mankurtlara tezahürat yaparken kırın adamları traktöre atlayıp kışlalara gittiler. Demokrasi nutukları, özgürlük şarkıları, felsefi tekerlemeler, bitmek bilmez ukalalıklar çenesinde özerklik ilan etmiş niceleri korkuyla masalarının altına saklanırken darbe olsa dahi kişisel olarak pek bir şey kaybetmeyecek köylüler kenti kurtarmaya geldi. Çok bilen çok okumuş çok seçkin zümre market ve ATMlerin önünde sıraya girdi. Makarnacı, kurnaz, kaba, küçük hesapların peşinde ömür tükettiklerini söyledikleri halksa evinden çıktı kapısını kilitlemeden meydanlara indi.
Ağzı dualı analar oradaydı. ‘Sela okundu duymuyor musun hala neden dışarda değilsin?’ diyerek oğullarını tatlı sert fırçalayan babalar oradaydı. Biz davamız uğruna kefen giydik diye haykırdıklarında alaya alınmış, konfor ve kariyer bataklığında debelendiği ithamına maruz kalmış muhafazakar, dindar, Müslüman gençler sağlarına sollarına bakmadan vazifeye koştu. Kimi sufi kimi selefi, hani her fırsatta didişen adamlar, omuz omuza saf tuttu. Yeşil parka giymenin, türkü barlarda lakırdı yapmanın solculuk olduğunu zannedenler ortalıktan sıvışırken faşist damgasını vurdukları Ülkücü gençler faşist bir cuntanın karşısına dikildi.
Bir millet o gün; Oturmayı zillet saydı. Ayağa kalktı. Meydanlara sel gibi aktı. Sabrın bir yürüyüş hali, sebatın ayakların yere sağlam basmak olduğunu son asra anlattı. Cesurdu, masal kahramanlarını kıskandıracak denli yiğit ve hesapsız. Yedi başlı ejder ne ki çelik zırhlı makinelere kafa tuttu. Müşfikti. Kandırılmıştır diye düşündü. Erleri yoldan çevirmeye çalıştı. Tetiğe basmayanı bağrına bastı.
- İnandı. Binanın damından bir F16’nın üstüne atlayıp uçağı düşürebileceğine, çıplak elleriyle tankı durdurabileceğine. İmkan yok demedi. Onun tankı sarı damperli kamyon, uçaksavarı saman balyası, mayını kaldırım taşı, tüfeği oklavaydı.
Hürdü, ülkenin kaderini çizmeye yeltenenlerin kalemini kırdı. Kendine biçilen sessiz ve sinik figüran rolünü yırtıp attı. Washington DC’de bir düşünce kulübünde yazılan senaryoyu Ankara’da bir köylü samanıyla birlikte yaktı. Bir millet o gün, ebabil kuşlarına dönüştü. Kamuflaj olarak Türk Ordusu’nun üniformasını giymiş tank ashabını yenik ekin tanesine çevirdi. İstiklal Marşı’nın mısralarını yazdıran millet kimdir, yeryüzünü tekrar şahit kıldı. Korkmadı, imanını boğdurmadı, hayasızca akını durdurmak için gövdesini siper etti.
15 Temmuz 2016 akşamı işbirlikçi hain bir cunta isyana kalkıştı. Halk onları durdurdu.
Direnen çokça dostu cennete uğurladık. Kapalı kapılar arkasında neler döndü ve neler dönüyor bilmiyoruz. Birileri çelişkili ifadelere, yalana, algı mühendisliklerine, psikolojik harp taktiklerine sığınsa da hakikatin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Yarın ne getirir bilmiyoruz. Belki bu bir işgalin ilk aşamasıydı, belki suikastlere yatırım yapacaklar belki iç savaşa.
Bilmediğimiz onca şey arasında bizi diri tutan sağlam bir bilgiye sahibiz; hain tuzakları bozan bir Allah var ve her ne olursa olsun istiklaline sevdalı, Hakka imanı tam bir millet. Öyleyse görün işitin anlayın ve aklınıza kazıyın; biz buradayız, yurdumuzu çakallara, engereklere, sırtlanlara bırakmayız.