Bir metinler şerhi üstadı: Ali Nihad Tarlan
Son büyük Osmanlılardan olan babasından, henüz üç yaşındayken okuma-yazmayı öğrendi. Yanı sıra ilk Arapça ve Farsça eğitimini de babasından aldı. Yine Sadi’nin Gülistan’ını da ilk hocası olan babasından okumuştu. Yıllar sonra, “İlk hocam babamdı" diyerek anacaktı bu günleri.
Türk edebiyatının ilk doktoru… Metinler şerhi profesörü… Hocaların hocası… Klasik Türk edebiyatı metinlerini ele almak üzere bir metodoloji ortaya koyan ilk isim. Metin tahlili geleneğini başlatan ve tenkitli divan neşretme usulünü ilk kez deneyen ve yaygınlaşmasını sağlayan kişi… Türk edebiyatının Osmanlı İstanbul’unda doğmuş son büyük hocalarından biri: Ord. Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan
Türk edebiyatının ilk doktoru… Metinler şerhi profesörü… Hocaların hocası… Klasik Türk edebiyatı metinlerini ele almak üzere bir metodoloji ortaya koyan ilk isim.
1898 yılının İstanbul’unda, son büyük Osmanlılardan biri olarak Vezneciler’de dünyaya geldi. Annesi Ümmühani Hanım, babası ise Üçüncü Ordu Müsahiplerinden Mehmed Nazif Bey’di. Ailede alınan eğitimin önemine işaret edecek denli yüksek kültür sahibi bir babanın kıyısında geçen çocukluğu, hikâyesinin akıbetini de gösteriyordu aslında. Yıllar sonra “hocaların hocası” olarak anılacak bu çocuğun en büyük tutkusu “hoca” olmaktı. Kalbinin her ritmi, bu düşünceyle atıyordu.
Son büyük Osmanlılardan olan babasından, henüz üç yaşındayken okuma-yazmayı öğrendi. Yanı sıra ilk Arapça ve Farsça eğitimini de babasından aldı. Yine Sadi’nin Gülistan’ını da ilk hocası olan babasından okumuştu. Yıllar sonra, “İlk hocam babamdı. Ondan okuma yazma ile Farsça ve Arapça’nın sarfını öğrendim. Bana Sâdî’nin Gülistan’ını, Bostan’ını, Hafız’ın bazı gazellerini o okuttu” diyerek anacaktı bu günleri.
Eğitim hayatı yolculukların kenarında geçti. Önce ailece babasının tayininin çıktığı Manastır’a taşındılar ve ilkokulu burada okudu. İlkokul bitince babasının memuriyeti bu kez Selanik’e yolladı onları. Ortaokulu da Selanik’te okudu. Burada Fransızcayı da öğrenen Tarlan, orta öğrenimini babasının emekli olması üzerine geldikleri İstanbul’da, Vefa İdadisi’nde tamamlayacaktı. Son sınıfta iken Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla askere alınmış, askerlik görevini askerî kanunların Farsçaya çevrilmesi maksadıyla kurulan Şube-i Mahsûsa’da yapacaktı.
Askerlik dönüşü üniversitenin koridorlarındaki hayatı başlayacaktır büyük hocanın. Önce İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne girmiş ve ardından burada edebiyat bölümü ile Farsça ve Fransızca bölümlerini 1920 yılında birlikte bitirmiştir. Mezun olduktan bir yıl sonra İslam Edebiyatında Leyla ve Mecnun Mesnevisi adlı doktora teziyle “ilk Türk edebiyatı doktoru” unvanını almaya hak kazanmıştı. İstiklal Şairi Âkif’in aziz dostu Süleyman Nazif, bu büyük tezi övgüyle köşesine taşıyacaktı.
- Süleyman Nazif, Hoca’nın meşhur ilk eseri Leyla ve Mecnun Mesnevisi üzerine yaptığı çalışma hakkında yazdığı yazıda şu cümlelerle selamlayacaktı bu genç hocayı: “…Şarkın bin şu kadar seneden beri a’sâb-ı garâmından heyecanlar geçiren ve büyük küçük şairlerine bin bir dâstân-ı aşk yazdıran bir efsanenin tarihini ihtiva etmemek edebiyatımız için bir nakısa, bir ayb u âr idi. Muallim Ali Nihad Bey’in münevver ve ta‘ab- nâpezir ilm ü gayreti bu noksânı cebr ile kütüphâne-i millîmizi tezyin edecek mufassal ve müdellel ve mükemmel bir eser vücuda getirdi.”
Çocukluk yıllarından itibaren “hoca” olmak isteyen çocuğun, hocalık hayatı henüz daha üniversite yıllarında başlamıştı bile. İlk memuriyeti, Gazi Osmanpaşa Ortaokulu’nda Fransızca öğretmenliğiydi. Beşiktaş Sultanisi’ne Fransızca hocası olarak atandığında tarih daha 17 Nisan 1919’du. Daha sonra üniversitedeki görevi başlayana kadar pek çok lisede Türkçe, edebiyat, Fransızca ve Farsça hocalıkları yaptı.
1933 üniversite reformunun işlediği cinayetleri kapatmaz belki, ama o cinayetleri hafifletecek bir kararla, İstanbul Darülfünûnu’nun kaldırılması üzerine kurulan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne “Metinler şerhi doçenti” olarak atandı. Fars filolojisi bölümünü de bir süre o yönetti. Doçentlik tezi olarak Şeyhi Divanı’nı Tetkik adlı çalışmasını hazırlayan Tarlan, 1941 yılında profesörlük unvanını almaya hak kazanmıştı.
Yorulmak bilmeyen bu büyük hoca, fakültedeki derslerinin yanı sıra aynı zamanda Yüksek Muallim Mektebi ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde de dersler veriyordu. Yorulmadığı tek şey belki de buydu: hocalık. Emekli olacağı 1972 yılına kadar, bir gün bile sınıfa geç girmeden, bir gün bile bir saniye dersi ihmal etmeden, izin kullanmadan sürdürdü hocalığını. Uzun yıllar Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü başkanlığını yürüten Tarlan, 39 yıl üniversite hayatıyla birlikte 54 yıllık meslek hayatında çok sayıda öğrenci yetiştirdi.
1934 yılında Firdevsi’nin 1000. doğum yılı etkinlikleri kapsamında Fuad Köprülü ile İran’da Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden Tarlan, sonraki yıllarda da dünyanın pek çok yerinde konferans ve çalıştaylara katıldı. Doktora tezi dolayısıyla dönemin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından takdirnâme ile taltif edilmesinin yanı sıra, Pakistan hükümetince İkbal’in tüm eserlerini Türkçeye tercüme edip iki millet arasında kültürel yakınlaşmayı sağladığı için 1961’de “Sitâre-i İmtiyaz” nişanı ile taltif edildi. 1973 yılında İran Şahı Rıza Pehlevî tarafından “Nişân-ı Ali-i Hümâyûn” takdim edildi.
“Hocaların emekliliği mezarda olur” ilkesinin en güçlü temsilcilerinden biriydi Ali Nihad Tarlan. Üniversite hocalığından emekli olduktan sonra da ölüm anına kadar çalışmaktan ve öğrenci yetiştirmekten bir an bile geri durmamıştır. Cerrahpaşa Hastanesi’nde vefat ettiği 1978 yılında bile elindeki ona yakın eseri neşre hazırlamakla meşguldü. Vefatı sonrası öğrencilerinden Mehmed Çavuşoğlu, kabir taşına da kayıtlı olan şu tarih kıtasını düşmüştü: “Bu mevki’de yatan bir âlem-i mânâdır ey zâir / Son üstâdı budur Şerh-i Mütûn’un âlim ü şâir”
Öğrencilerinden Meserret Diriöz, büyük âlimin vefatı sonrası şunları yazacaktı: “Büyük âlim, büyük hoca, büyük insan Ali Nihad Bey de bizleri yalnız bıraktı. Artık derdimizi kime anlatacağız; müşküllerimizi kim çözecek altı asırdan fazla süren hatta bugüne kadar devam eden ‘gerek zaman, gerek müntesipleri, gerek eserleri bakımından Türk milletinin medeniyet âlemine takdim edeceği zaferlerden biri’ olan bir edebiyatın mahsullerini kim açıklayacak, eserlerin gerçek değerini kim açıklayacak? Onların ilmini kim yapacak? Onları kim sevdirecek? Velhasıl bir kal’amız çöktü, bir dağımız devrildi, bir güneş battı. Bu kaybın telafisi mümkün değildir; çünkü şairin dediği gibi: Gelmez vatan diyarına bin yılda bir Nihâd / Ender yetiştirir bu vatan nüktedânları / Bu sebeple acımız büyüktür; tesellisi yoktur.”
Hocaların hocası Ali Nihad Tarlan, Türk edebiyatının hemen her devri ve türü üzerine çalışmış sıra dışı bir hocaydı. Onun için “Divan edebiyatının anlaşılmasını ve sevilmesini sağlayan hoca” demek hiç de abartılı olmayacaktır.
Ona göre divan edebiyatı bir büyük zaferdi. “Divan edebiyatına sun’î bir edebiyat demek hakikaten mânâsız olur. Bir cemiyetin herhangi bir tesir altında kalan bir sınıfı o cemiyetten sayılmaz mı? Bu edebiyatta gayr-i millî demek için altı asrı mütecaviz bir zaman bu milletin münevver zümresini teşkil edenleri Türklük camiasından çıkarmak icap eder.”
- Oğlunun babasından hatıralar naklettiği eserinde Tanpınar’la yaşadıkları şu anekdotu, Hoca’nın birçok hususiyetini anlatmaya yetiyor aslında: “Tanpınar, Şehzadebaşı’ndaki evimize akşamları uğrar, babamla sohbet ederken bir yandan da semaverde çay demlenirdi. Bu arada onlar şiir dünyasında dolaşırlardı. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir ziyaretinde babama yeni yazdığı bir şiirini okur, babamda bu şiiri tahlil eder. Buna fena hâlde içerleyen Tanpınar, ‘Kardeşim! Ben şiirimi anlaşılmasın diye yazıyorum. Sen kalkıp bu şiir tahlil ediyorsun. Peki, benim emeklerime yazık değil mi?’ demiş.”
İlim adamı ciddiyeti nedir ve hocalık ne demektir sorularının tek başına cevabı olan Ali Nihad Tarlan, her vesile sitayiş ve övgüyle andığı Ömer Ferit Kam’la başlayan divan edebiyatının şerhi meselesini hocasından devralıp, onu sistemli bir hâle getiren son yüzyılın en önemli ve en emektar hocalarından biriydi hiç şüphesiz. O olmasaydı, edebiyatımızla ilişkimiz yarım ve kopuk kalacaktı. Ruhu şad olsun.