Bir fotoğrafın ayrıntılarında; Necip Fazıl ve ötesi
Ahmet Haşim, Necip Fazıl'ın bu halini görseydi eğer, Yeni Mecmua'nın idarehanesinde karşılaştıklarında ona; "Çocuk, bu sesi nerden buldun?" diye sormazdı muhtemelen. O sesin içinde yaşıyordu çünkü Necip Fazıl. Bize teklif ettiği ses de bundan başkası değildi elbette.
Kaleminden taşan huruçla her daim praksisin içinde ikamet etmiş cesur bir mütefekkir ve sözünün etki alanıyla yaşadığı dönemi mayalayan güçlü bir şair. Necip Fazıl'ın, Cumhuriyet sonrası Türkiye fotoğrafındaki yeri hem çok özel hem de birçok veçhesiyle bakıldığında ziyadesiyle anlamlıydı. Bu "yer" ve "anlam" bahsi üzerine birçok şey bina edilebilir. Şiir, kâğıdın varlığından muhatabının göğüne yükselecektir. Necip Fazıl'ın gelgitler, çalkantılar, manevi buhranlar ve arayışlar silsilesi halinde, yorucu/yıpratıcı bir sürekliliğe yaslanan ruh dünyasının, kendinde/kendine doğru büyüyen (iç) kavgasının sınırlarını belirlediğini söyleyebiliriz.
Şair bu kavganın tam ortasındadır. Bundan memnundur üstelik. Politik olanın içinden, doğrudan siyaseten aldığı pozisyonlardan, kamuya yönelttiği şair personasından ve kavgaya tutuştuğu meydan'dan başlayarak, nihayetinde gömülmek isteneni, görünür kılmaya çalışan "radikal" bir ruhun varlığıyla karşılaşırız, ilk önce bu. Hem de biraz yüksek sesle. Evet, şehirli bir mütefekkir. Gücünü yer'inden alıyor. Tek başına bir özgüven adası, kıyısına toplanan binlerle uzun bir devrim yürüyüşüne talip. Sinmiş, kamudan uzaklaştırma almış, kendi kabuğuna çekilmiş, yalnızlaştırılmış ve sesini kaybetmiş geniş bir topluluğun gür avazı olma iddiası da buradan başlıyor. Dik başlı, tavizsiz ve parçalı bulutlu. Hataları, sevapları, çelişkileri, eğrileri, doğruları, yanlışları, yaptıkları ve yapamadıklarıyla tarihin acımasız yargılamalarını o gür avazının içinde bekliyor, bir başına ve coşkun.
Necip Fazıl, teklif ettiği şey'in farkındaydı. Yalın bir tehdit gibi dolaştığı sokakları gayet iyi tanıdığı gibi, ona içkin bir bilinci de tavır olarak gösteriyordu. Azledilemedi. Kamudan uzaklaştırma cezasını reddetti, gömlek cebinde bir kıyamet taşıyordu. Daha önemlisi, zihnen ve bedenen bir İstanbul şairi olduğunu biliyordu. Soyağacındaki Dulkadir ile Giritli bahsi, biraz yakından bakıldığında bakiyesi olduğu kültürün yakın şifreleriydi. Bu iki ucu, aklındaki ideal İstanbul'la bütünleştirmişti zaten. Eğitimi, ailesi, evi, yakın çevresi ve zihni, dar kalıplara değil, geniş ufuklara doğru kanatlandırmıştı kelimelerini.
Sözgelimi Çemberlitaş'ta doğduğu konağın avlusunun, Balkan Harbi'nden bozgunla dönen yaralı Maraşlı askerlerin doldurduğu bir hemşeri sığınağı olması ve askerlerin arasında dolaşıp, onlara su verirken hatırladığı çocukluğuna ait bazı izleklerin ilerleyen yıllarda bir ideal tasviri olarak kalemine yansıması mühim. Buradan bir teklif doğacaktır nihayetinde. Varlığını, imajını, personasını aşacak bir teklif.Mümkün Türkiye'ler arasında, yüzüstü çok sürünmüş o imgeyi işaret eden Necip Fazıl'ın işareti cür'etkâr ve tehlikeliydi. Ama Balmumcu Garnizonu, Sultanahmet Cezaevi ve Davutpaşa Kışlası'nda sınanan sesinin uslanmaya hiç niyeti yoktu. Çile'nin doğduğu ikamet ve vardığı istikamet en çok buralara aittir. Siyasi parti bayrakları arasında coşkuyla konuşan o şairin gerçekliği, rahatsız edici değildir bu yüzden. Şair sahneye çıkmamış, meydana inmiştir çünkü.
AKREBİN KISKACI VE DİĞER ŞEYLER
Akrebin kıskacında yoğrulmuş, hep derine doğru kök salan bir mücadele. Edebi ortamı ve ideolojik alanı varlığıyla sürükleyen bir şairin hiç müphem olmayan o sarih, buzkıran, dik bakışlı dünyası. Kendi hayatının şiiridir bahsettiği bu kıskaç. Yoğrulmuş ve yorulmuştur. Kaldırımlar'dan baktığı dünyaya Çile'yle ulaşmış, bu kült şiir kitabının bölümlerine verdiği bazı isimler de kalbinin ve kavgasının hülasası sayılmıştır; Allah, İnsan, Ölüm, Şehir, Korku, Dâüssıla, Hafakan, Ukde, Tecrit. Bireysel bunalımlardan, metafizik gerilimlere uzanan söz'ünü, tekke şiirinden, aşık havalarından, Yunusça söyleyişlerden, divan mazmunlarından ve halk deyişlerinden damıtarak, ulaşılması zor bir dağın zirvesine hizalamıştır. Şiirlerinde eriştiği o psikolojik derinlik, zapt edilemez ruhunu da anlatır aslında.
Kalemi; sivri uçlu, sert ve keskindi. Ve gözü pek, savaşmaya hazır, ruhu hep köpük köpük ateş içinde. Muarızlarına aman vermeyen bir öncü süvari. Sultânü'ş-Şuara. Memleketi, göğsünde kor gibi taşımak denir belki buna. Cepheye koşmaya da hazırdı, bizzat cephenin kendisi olmaya da. Necip Fazıl'ın fırtınalarla derilmiş hayatına baktığımızda, 12 yaşında annesine verdiği söz neticesinde, onun hatrına şair olmuş bir oğulun portresini görebilmeyi kolaylaştıran o izlere rastlayamayız. Belki biraz daha derinde duruyordur bu izler. En az annesine söz vermesi kadar çarpıcı bulduğum, Abdülhakim Arvâsî'yle aynı kareye girdiği o ender fotoğraflardan biri dönüp duruyor sürekli zihnimde.
O bakışlarda bir şey var. Sohbet esnasında çekilmiş, Necip Fazıl otuzlarında olmalı. "Ben ve Ötesi" ile gelen şöhret omuzlarında. Bohem Paris yıllarının ertesi. Necip Fazıl dalgın duruyor ama değil, hayran. Huzur içinde ve dingin. Ümit dolu gözlerle bakıyor Arvâsî'ye. Limana yanaşmayı başarmış bir fırtına gemisi gibi, hep o cemali arıyormuş gibi bakıyor. Kalbini yokluyor sanki o anda şair ve kalbinin yerinde olduğunu fark ediyor. Evet, tam yerinde. Annesine verdiği sözü, bir şiirden başka büyük bir şiire taşınarak tutmuş oluyor böylece. Ahmet Haşim, Necip Fazıl'ın bu halini görseydi eğer, Yeni Mecmua'nın idarehanesinde karşılaştıklarında ona; "Çocuk, bu sesi nerden buldun?" diye sormazdı muhtemelen. O sesin içinde yaşıyordu çünkü Necip Fazıl. Bize teklif ettiği ses de bundan başkası değildi elbette.