Bir endüstri olarak İslam düşmanlığı
İslamofobi endüstrisi ile kötülüğün ve geriliğin membaı Müslüman olarak belirlenmiştir. Toplumları matbaalarda ve stüdyolarda üretilmiş kurgular ile korkularından yakalayıp yönlendirmek hevesindeki şebekeler öyle görünüyor ki başarılı olmuştur. Artık Müslümanların bilgi ve nesneyle kurdukları ilişki değil bizatihi İslam ve Müslümanların varlığı sorun olarak görülmektedir.
Böyle olmakla birlikte, bilhassa Avrupa ülkelerinde diaspora kavramının artık eskimiş olan “kopmak” anlamını öne çıkararak ele almak eğilimi baş göstermiştir. Bu anlayış, bazen açık, bazen de gizli olarak şunları vaaz etmektedir: Başka ülkelerin ülkemizde yaşayan vatandaşları ve göçmenleri, doğup büyüdükleri veya onları oluşturan kimliklerinin ayrılmaz parçalarının esas merkezi olan anavatanlarından kültürel ve fikren bir kopuş gerçekleştirmelidirler. Şu anda yaşadıkları toplumla tam olarak entegre olabilmeleri, bu toplumda saygın bir mevkii edinebilmeleri ancak buna bağlıdır. Aksi hâlde uyum sorunları ve çatışmalar mukadderdir.
Böyle bir görüş, uluslararası hukuka, insan haklarına ve devletlerarası dostluk ilişkilerine uymamakla birlikte, insanı anlamamış olmakla da malûldür. Günümüz insanının, herhangi bir konuda tekil bir aidiyete sahip olabileceği kabulünden yola çıkmakta, aynı anda birçok aidiyetin makul ve hatta zorunlu olduğunu göz ardı etmektedir. Oysa insan, doğası gereği “çoğul” bir varlıktır ve “kültür” dediğimiz kavram da, bu çoğul aidiyetlerin varlığını yadsımayıp birçok aidiyetin içinden bazılarını daha fazla benimseyip kendini bunlar aracılığıyla daha iyi ifade edebildiği anlamına gelir. Bu çerçevede, sözgelimi, Avrupa toplumunda yaşayan bir göçmen, bir yandan Alman toplumuna yarar sağlarken bir yandan da kendi ülkesine yarar sağlayabilir. Bir yandan içinde yaşadığı toplumun dilini en iyi şekilde öğrenip kullanırken diğer yandan da anadilini koruyup kullanmayı sürdürebilir. Bu durumun, hem o bireye hem içinde yaşadığı topluma hem de anavatanına daha fazla katkı sağlayacağı açıktır. Bununla birlikte, bir ülkenin başka coğrafyalara açılmış unsurlarının oralarda karşılaştıkları tecrübeler, o ülkenin kültürünün aslına bağlı kalarak değişmesini ve zenginleşmesini de sağlar. Nasıl ki ekolojide en ufak bir canlı türünün bile yok olması tüm çevre için felaketle sonuçlanabilecek bir kayıp ise, kültürel ekolojide de bir tek kültürün bile yok olması, tüm insanlığın farklı bir anlam ve bakış açısından mahrum kalması açısından büyük bir kayıptır. Bu bakımdan, bir insanlık suçu olarak bile değerlendirilebilir.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda entegrasyon tartışmalarının altında yatan asıl niyetin “asimilasyon” olduğunu görülmektedir. Hâlbuki, tek-tipleştirme ve asimilasyon gibi vakıalar, yakın tarihte sebebiyet verdikleri acı olaylar vesilesiyle dünya kamuoyunun vicdanında çoktan mahkûm olmuşlardır. Dün Adolf Hitler; yahudiler, çingeneler, engelliler, siyahlar, kısaca tüm yeterince Alman olmayanlar hakkındaki önyargılara sırtını dayayarak sonu felaketle bitecek bir korku kampanyası yürüttü. Bugün sağ kanat Siyonistler ve Evanjelik Hristiyan elitlerin kurgulayıp piyasaya pompaladığı İslamofobi endüstrisi ile kötülüğün ve geriliğin membaı Müslüman olarak belirlenmiştir. Toplumları matbaalarda ve stüdyolarda üretilmiş kurgular ile korkularından yakalayıp yönlendirmek hevesindeki şebekeler öyle görünüyor ki başarılı olmuştur. Artık Müslümanların bilgi ve nesneyle kurdukları ilişki değil bizatihi İslam ve Müslümanın varlığı sorun olarak görülmektedir. Öyle ki PYD/PKK sempatizanları Avrupa’da cami ve derneklere saldırarak büyük düşmana karşı mücadele eden seküler güçler olduklarını Batı’ya ispatlama çabasındadır.
Böyle bir ortamda daha da sertleşen entegrasyon politikaları, ülkeler arasındaki ilişkilerin bozulmasına, zenofobik aşırı sağın yükselişine ve diasporaların izolasyonuna yol açmaktadır. Ülkelerin kültürel, ekonomik, politik işbirliğinde köprü görevi gören ‘yabancıların’ devletlerin altını oyan birer köstebek gibi görülmeye başlanması cinneti tetikliyor. Camilere, derneklere, NSU örneğinde olduğu gibi kişilere yönelik saldırılara karşı savunma refleksi diasporaları da gettolaşmaya itiyor. Anadil ve dini eğitimin önüne çıkarılan engellerin asimilasyonu çağırdığı inancı ve böylece oluşan direnç ise Avrupa’daki Türk ve Müslümanları bulundukları ülkenin dilini öğrenmekten uzaklaştırıyor.
Bunun tam karşısındaki yaklaşım, değerlerin muhafaza edilerek farklı gruplar arasında doğru iletişim ağlarının oluşturulması ve toplumun her kademesine aktif katılımın sağlanması yer alıyor. Asimilasyon niyet ve korkusunun zihinlerden kovulması barışçıl, sağlıklı, zengin ve kalıcı bir geleceği vaat ediyor, hem tek tek insanlar, hem de ülkeler için. Aksi halde güce kavuşacak despotların yeni bir ‘nihai çözüm’ arayışına girmeyeceğinin hiçbir garantisi yok