Bir baktım okyanus yok!
Her tarafta rengârenk orkideler, akşama doğru artan ışıklı binalar, insanı bir hayli neşelendiren müzik ziyafetleri... Arap Mahallesi, Çin Mahallesi, Hint Mahallesi… Neredeyse her mahallede o ülkenin ta kendisini görüyorsunuz. Singapur, bu hâliyle küçük bir dünyayı kalbinde barındırıyor.
Uzun ama rahat bir yolculuğun ardından Singapur Changi Uluslararası Havaalanı’na iniş yapıyoruz. Kıtaları birbirine bağlayan bu önemli havaalanında yok yok. Her tür yiyecekten, rengârenk içeceğe, mis kokulu çiçek bahçelerinden eğlence sokaklarına, teknoloji merkezlerinden sinema salonlarına kadar pek çok şeyi görmeniz mümkün.
Dışarı çıktığımızda bizi ilk olarak Güneydoğu Asya kültürüne özgü kokular selamlıyor. Fakat hava epey sıcak. Taksiye binip otelimize doğru yola çıkıyoruz.
Dışarı çıktığımızda bizi ilk olarak Güneydoğu Asya kültürüne özgü kokular selamlıyor. Fakat hava epey sıcak. Taksiye binip otelimize doğru yola çıkıyoruz. Taksicinin de deyimiyle burada iklim iki türlü yaşanıyor: “sıcak mevsim” ve “daha sıcak mevsim”… Ülkede yapacak çok şeyimiz var; ama vakit sınırlı… Bunun için hem şehri daha iyi algılamak hem de zaman kazanabilmek için “hop on hop off” otobüslerine biniyoruz. Kalmak istediğimiz mekânları daha çok inceleyip bir sonraki otobüsü bekliyor ve sonra yeni bir durak için tekrardan yola çıkıyoruz. İki katlı otobüsün teras katından ülkedeki etnik farklılıkları algılamak mükemmel bir his veriyor. Her tarafta rengârenk orkideler, akşama doğru artan ışıklı binalar, insanı bir hayli neşelendiren müzik ziyafetleri...
Diğer taraftan yoğun ve koşturmaca hâlindeki yaşam… yorgun argın evine dönen insanlar, yüzlerindeki derin gülümsemeyle birbirine sataşan okul çocukları, yoğun trafik… Amacımız her yerde Singapur hakkında yazılan etnik dokuyu yakından da görebilmek. Etnik farklıklar, birçok ülkenin korkulu rüyasıyken Singapur’da tam tersi bir özellik gösteriyor. Her millete ait mahallelerde o ülkelerin bir minyatürüne denk geliyorsunuz. Arap Mahallesi, Çin Mahallesi, Hint Mahallesi… Neredeyse her mahallede o ülkenin ta kendisini görüyorsunuz. Singapur, bu hâliyle küçük bir dünyayı kalbinde barındırıyor. Ardından dünyanın en pahalı oteli ve kumarhanesinin, dünyanın en büyük spor ve konser sahasının ve dünyanın en büyük heykelinin bulunduğu “Marina Bay” bölgesine gidiyoruz. Birçok “en”i bünyesinde barındıran alan bizleri tek kelimeyle büyülüyor. Sonra bir ara arkamı dönüp arkadaşıma “büyüklük kompleks galiba” diyorum; ama Cengiz yok. Sonra hızla otobüse doğru yürüyorum, bir bakıyorum otobüs de yok…
Taksiye binmek için elimi cebime atıyorum, param yok. Her şey Cengiz’de. Montumun ceplerindeki telefon hatta pasaportum dahi yok. Tam anlamıyla trajedinin içindeyim. Gece yetişmem gereken bir uçak ve daha öncesinde bulmam gereken bir arkadaşım var. Çaresiz bir şekilde beklerken bir sonraki otobüse doğru yanaşıyorum. Bu iç acıtan çaresizliğimi şoföre anlatırken diyalog başlıyor:
- -Nerelisin?
- -Türkiyeliyim.
- -İstanbul çok güzel… -
- Hay ağzına kurban olduğum! -Anlamadım. -Yok bir şey, çok sevindim.
- -Gel bin hadi.
- Şükranlarımı sunarak son durakta iniyorum ve otele doğru yürüyorum.
Ama Cengiz hâlâ yok. Neyse ki bir süre sonra Cengiz sırıtarak yanıma geliyor ve dünya bir dakikalığına güzelleşiyor. Gecenin ardından rotamızı Bali’ye çeviriyoruz. Endonezya’nın en doğusunda kalan bu adanın eşsiz güzelliği karşısında büyüleniyoruz. Bir süre yürüdükten sonra adanın en canlı yerinde devasa bir tapınağın önünde duruyoruz. Adres bizi tam olarak buraya getiriyor. Şaşkınlık ve hayranlık içerisinde tapınağa girip otelimizi sormak üzereyiz.
Sonra anlıyoruz ki kalacağımız otel muhteşem bir Budist tapınağı şeklinde karşımızda duruyor. Otel; havuzlu, süs dolu bahçeleri, ışıl ışıl görüntüsüyle Hint Okyanusu’nun yanında bir inci gibi duruyor. Bir süre dinlendikten sonra okyanusu seyre dalıyoruz. Dev dalgalar eşliğinde sigarımızı yakıp ve kendimizi ortamın huzuruna bırakıyoruz. Hava karardıkça ayın daha da belirdiğini görüyoruz. Ayın şekli ters hilal olarak gözümüze çarpıyor. Birçok bayrakta gördüğüm ve anlamlandıramadığım şekli tam da şimdi algılamaya başlıyorum… Odalarımıza geçmeden önce otelin lobisinde yarınki gezimiz için planlamamızı yapıyoruz. Bir günlüğüne 150 dolara bir araç kiralamak için Cengiz’i ikna ediyorum. Ona göre bu para oldukça fazla; ama ben bir daha buralara gelmemizin muallak olduğunu söyleyerek onu “ân”a davet ediyorum. Sabahleyin saatimin alarmından önce kuşların cıvıltısıyla uyanıyorum. Tropik meyvelerle dolu kahvaltı tabağımızı bitirdikten sonra yola koyuluyoruz. İlk durağımız geniş kahve plantasyonları…
Değişik kahveleri deniyor, pek bilmediğimiz bir konu üzerinde yorumlar yapıyoruz. Sonra elime dünyanın en pahalı kahvesini tutuşturuyorlar. Kokusu enfes… Kahveyi tam içeceğim sırada yapılışını dinliyorum: Şu karşıdaki bir misk kedisi. Adı Paradoksurus. Bu kahve çekirdeklerini önce o yer ve sindirdikten sonra dışkılarından kahve yapılır.” -Nasıl? -Biz o dışkıların içinden kahveyi seçer, sizlerin önüne sunarız. -“İyi halt ediyorsunuz!” diyor ve “Kopi Luwak” kahvesini usulca yerine bırakıyorum. Ağzımın tadını ilerdeki yanardağın sisi düzeltiyor. Amacım yanardağdaki alevlerden sigaramı yakmak ama tehlikenin farkında olduğum için yakına yanaşamıyorum.
Bu esnada bir maymun yanımıza yaklaşıyor. Cengiz, maymunun gözlüğünü çaldığını söylüyor. Hırsız maymun, bizden arakladığı gözlükle bir kadının yanına yaklaşıyor. Kadın, bize gofrete benzer bir şey uzatıyor. Bununla her şey değişir diyerek maymundan gözlüğümüzü kurtarma yöntemini öğretiyor. Maymunla yaptığımız pazarlık sonucunda gözlüğü alıyoruz. Ama gözlüğün plastik kısmı onun tarafından kemirilmiş oluyor.
Derken uzunca bir gün geçirip otelimize dönüyoruz. Ertesi gün Cengiz oldukça mutlu bir şekilde beni uyandırıyor. Büyük bir zaferle 40 dolara bir araç kiraladığını söylüyor. Ben de okyanusa dalmak, yüzmek ve paraşüte binmek hepsi dâhil 30 dolara bir tur bulduğumu söylüyorum. Cengiz bana pek güvenmiyor: -Abi 30 dolara bunların hepsi olmaz. Ben gelmiyorum. -Ya abi pahalı bulunca kızıyorsun, ucuz bulunca inanmıyorsun. Gel gidelim kaybedecek bir şeyimiz yok, diyorum. Sonrası malum… Cengiz’i yine ikna ediyorum.
- Okyanusun dibinde başlayan keyifli anlar üstünde de devam ediyor. Üstelik çıkışta söz konusu görüntülerin kayıtları bizlere veriliyor. Adeta mutluluktan uçuyoruz.
Ertesi sabah ülkeye dönmek için uyanıyoruz. Odamdan son bir kez Hint Okyanusu’na bakmak için kafamı çeviriyorum; ama okyanus yok. Meğer birkaç kilometre çekilen suyun ardında yalnızca derin bir boşluk kalmış. Med-cezir bize de sürprizini yapıyor. Biz de kendisini göremesek de okyanus kumlarına adımızı yazarak Hint Okyanusuyla vedalaşıyoruz.