Beşte devre onda biter

devre arası zillere basıp annelerimizden yalvar yakar su istemeliydik, kızgın kızgın parmak sallayarak sepeti salmalıydılar aşağı, kurnalara saldıran yavru hayvanlar gibi saldırmalıydık cam şişelerdeki buz gibi suya.
devre arası zillere basıp annelerimizden yalvar yakar su istemeliydik, kızgın kızgın parmak sallayarak sepeti salmalıydılar aşağı, kurnalara saldıran yavru hayvanlar gibi saldırmalıydık cam şişelerdeki buz gibi suya.

sene hep dokuzyüzseksendokuz olmalıydı, bir günhayatın tüm kalelerine gol atacağımız hayali ile tüm mevsimler bahar olmalıydı kendiliğinden.

sabahı biraz geçmiş olmalıydı ve mutlaka okulların tatil olduğu günler. önce abim çıkmalıydı sokağa, karşıdaki binanın duvarında tek başına şut talimi yaptığını anlamalıydık meşin yuvarlağın sesinden. lokmamızı bir iki saniyede yutup çayımızın kalan yarısını ağzımızı yaka yaka çekmeliydik, annelerimizden fırça yeme pahasına fırlamalıydık biz de sokağa. kendiliğinden kurulmuş kadrolarıyla iki takım olup günün ilk maçını oynamalıydık. kalelerden biri duvara yeşil yağlı boyayla çizilmiş bir kale karikatürü, diğeri ise farklı büyüklükte iki taş parçasıyla kurulmalıydı ve duvar tarafındaki kaleciden fazla beklentimiz olmamalıydı o şartlar altında. en nihayet topu en yükseğe diken kaptanın takımı maça başlamalıydı. tıpkı milliyet çocuk dergisinde yayınlanan şimşek santrfor çizgiromanındaki gibi, ‘’büyük takımlara genç yetenek araştıran bir menajer şuradan geçerken bizi farketse’’ diye düşünme balonları uçuşsaydı kafamızın üstünde.

çoğumuzun saçı mahalle berberinin eksik çocuk sevgisine dayalı ‘çocuk saçı sıfıra vurulmalıdır’ düsturunca hapishane kaçkını kıvamında olsa da her atağa kalktığımızda hayalimizde adeta fenerli rıdvan’ın saçları gibi dalgalanmalıydı. bir ayakkabı nasıl üç ayda parçalanırmış cümle aleme ispatlamalıydık farkında olmadan. inşaatı başlamamış bu boş toprak zeminde paldır küldür ayağa kaldırmalıydı bağırış çağırışlarımız tüm mahalleyi. bıçkın ağabeyler yanımızdan geçerken topu bizden kapıp, gençlik hevesiyle öğrendikleri ve bir türlü gerçek hayatta pratiğe dökemedikleri afili futbol hareketlerini ağızlarında yarım bir sigarayla icra etmeye çalışıp usandırmalıydı ara sıra bizi. arabanın altına kaçan topu, kirlenmeyi en çok sevenimiz yerlere yatıp çıkarmalıydı ama top auta gittiğinde almak için herkes bir diğerinin hareketlenmesini beklemeliydi.

dördüncü gol atıldığında, ‘’beşte devre onda biter’’ diye hatırlatmalıydı uyanığın biri mutlaka. üç korner bir penaltı düsturuna burun kıvırıp o penaltıları adam gibi kullanmalıydık kalecinin üstüne topu abanarak. devre arası zillere basıp annelerimizden yalvar yakar su istemeliydik, kızgın kızgın parmak sallayarak sepeti salmalıydılar aşağı, kurnalara saldıran yavru hayvanlar gibi saldırmalıydık cam şişelerdeki buz gibi suya. gürültünün hafiflemesiyle geçici de olsa rahat bir nefes alan esnafı pişman edercesine topu olmayan santraya dikip başlamalıydık bu çılgın fakat bir o kadar ciddi koşturmacaya. faulleri kafamıza göre uygulayıp kah küsüp darılarak, kah hırsla soluyarak oyunun hakkını vermeliydik. ve ben, henüz boy avantajına sahip olmadığım halde soldan kesilen ortaya kafayı uzatıp o son golü atmalıydım.

sene hep dokuzyüzseksendokuz olmalıydı, bir gün hayatın tüm kalelerine gol atacağımız hayali ile tüm mevsimler bahar olmalıydı kendiliğinden. en kötüsü de, kan ter içinde rövanş isteyen mağlup takımın haline gülüp ‘hadi lan hadi, geçti o iş’ dememeliydik.. kaybeden kim olursa olsun hüzünlenmeyi bu kadar geç öğrenmemeliydik. ve rövanşları asla mahşere ertelememeliydik..

(bakmayın siz içinde yağmur geçmediğine, bu yazı biraz da cahit koytak’ın ‘futbol oynayan çocuklar’ şiiri yüzünden yazılmıştır…)