Benlik ve mesuliyet: Anlamın keşfi üzerine

Türkçeye “sorumluluk” olarak çevirdiğimiz mesuliyet kelimesi, tam olarak “sorulan olmak” anlamına gelir. Yine Türkçeye “yükümlülük” olarak çevirdiğimiz mükellefiyet kelimesi ise “yükümlü kılınmış olmak” demektir. Çünkü insan, bilindiğini ve müşahede altında olduğunu bilen varlıktır.
Türkçeye “sorumluluk” olarak çevirdiğimiz mesuliyet kelimesi, tam olarak “sorulan olmak” anlamına gelir. Yine Türkçeye “yükümlülük” olarak çevirdiğimiz mükellefiyet kelimesi ise “yükümlü kılınmış olmak” demektir. Çünkü insan, bilindiğini ve müşahede altında olduğunu bilen varlıktır.

Bu dünyayı paylaşan nesneler olarak her birimiz sadece bilgiyle donanmış değiliz aynı zamanda birer ‘bilgi’yiz. Bu sebeple de sadece anlamlı değiliz, aynı zamanda anlamlardan oluşuyoruz.

Benlik sahibi olmak bize sadece idrak ettiğimizi fark ettirmekle kalmaz, aynı zamanda idrak edildiğimizi de fark ettirir.
Benlik sahibi olmak bize sadece idrak ettiğimizi fark ettirmekle kalmaz, aynı zamanda idrak edildiğimizi de fark ettirir.

Türkçeye “sorumluluk” olarak çevirdiğimiz mesuliyet kelimesi, tam olarak “sorulan olmak” anlamına gelir. Yine Türkçeye “yükümlülük” olarak çevirdiğimiz mükellefiyet kelimesi ise “yükümlü kılınmış olmak” demektir. Çünkü insan, bilindiğini ve müşahede altında olduğunu bilen varlıktır. Evet, insan kendisini çevreleyen taşların, ağaçların, hayvanların ve insanların gözlediği ve her bir bakış ve idrakin kendisinde bir iz bıraktığı varlıktır. Eğer bizzat kendimiz de bu gözlemciler arasında olmasaydık bizi gözetleyen bütün gözlere fayda ve yarar açısından bakabilir, bize faydası olacak şeylere yaklaşmayı ve zararı olacak şeylerden kaçmayı tercih ederdik. Yani vahşi hayvanlar gibi hareket ederdik. Fakat gözleyenlerden biri de bizzat kendimiziz. Kendimizden ise kaçabilecek bir yerimiz yok. Çünkü kendimizi bırakıp gitme ve kendi anlamımızdan sıyrılma imkânına sahip değiliz. İlk bakışta mecburiyet gibi görünen bu çaresizlik bizde sahiplik şuurunu doğurur. Kuşkusuz sahte bir böbürlenmeyle kendimizin sahibi olduğumuz iddiasına kalkışabiliriz. Bu iddia sahtedir, zira tam olarak çaresizliğin ve saldırganlığın ürünüdür. Nihai olarak ne kendimizi alıp götürebiliriz ne de sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeyleri.

Aristo mülkiyet kategorisini “insanı saran ve onunla birlikte taşınan şey” olarak tarif etmişti. İslâm’ın en büyük filozofu İbn Sînâ Şifâ külliyatında açık yüreklilikle “ben bu mülkiyet kategorisini hiç anlamıyorum” itirafında bulunacaktır. Yine müteahhirûn dönemin büyük mütekellimi Sadeddîn et-Teftazânî “Felsefenin efendisi (İbn Sînâ) bile bu kategoriyi anlamadığını itiraf etti” diyerek sahipliğin insan için hiçbir şekilde anlaşılabilir bir şey olmadığını dile getirecektir. Gerçekten de sahiplik, birbirimizin çaresizliği veya saldırganlığını karşılıklı kabul etmekten başka bir şey değildir. Pekâlâ, biliriz ki ne geldiğimiz yere bizi getiren ne bulunduğumuz yerde bizi durduran ne de gideceğimiz yere bizi götüren kendimiz değiliz. Öyleyse ya benliğimiz bir vehimdir ya da bize ait değildir. Her iki şık da benliğin bizde oluşturduğu mesuliyetin vüsatını, ağır bir yük ve taşınması güç bir söz haline getirir.

İnsan kendi kendisini taşıyabilen bir varlık değildir.
İnsan kendi kendisini taşıyabilen bir varlık değildir.

Ancak kendine ilişkin farkındalığın taşımaya cüret edebileceği bir yük ve ancak “ben” diyebilen bir öznenin söyleyebileceği bir söz. Ne var ki bu cüret ve cesaret, gücünü insanda temellenen hakiki bir benlikten almaz. Çünkü insan ancak mesuliyet üstlenebildiği takdirde ve ölçüde özne olabilmektedir. Dolayısıyla onun özneliği temellerini kendisinde bulamaz. Her ne kadar benliğin mahalli ve taşıyıcısı insanın kendisi olsa da insan kendi kendisini taşıyabilen bir varlık değildir. Nitekim bu sebeple olsa gerek Hicrî ikinci yüzyılın büyük kelamcısı Dırâr b. Amr “bütün âlemin kendi başına var olma imkânına sahip olmayan arazlardan oluştuğunu” iddia etmiştir. Yine büyük sûfî İbnü’l-Arabî “kendi başına var olma imkânına sahip olmayan bu yaratılmışlar topluluğunun cevher olduğunu” söyleyen Eşarî kelamcıları eleştirmiş ve bizzat onların tanımlarına göre “âlemin arazlardan müteşekkil olması gerektiğini” söylemiştir.

Açıkçası kullandıkları kelimeler bize ne denli yabancı gelirse gelsin her ikisi de haklıdır. Zira hakiki bir taşıyan ve bilen olmadığı sürece kimi zaman korkmuş kimi zaman sevgi dolu gözlerle birbirine sığınan bu mevcutlar (anlamlar ve bilgiler) topluluğu, var olamaz. Var olmak bir şeref ise bu şerefin sahibi varlık libası üstünde eğreti duran bu anlam yumakları değildir. Tam da bu nedenle kendimize ilişkin farkındalığın bizde doğurabileceği gerçek mesuliyet, bizzat bu mesuliyetin yani sorumlu tutulmuş olmanın ne olduğunu ve gerçek öznesini kavramaktır. Kısacık hayatımızda edindiğimiz tecrübeler, bize sorumluluğumuzu idrak ettiğimiz ve gereğini yerine getirdiğimiz ölçüde “ben” diyebileceğimizi ve benliğimizin idrak ve eylemlerimizle inşa edildiğini öğretmektedir.

Dolayısıyla benlik, bizde bir nispet olarak bulunur. Nispet ise iki tarafı birbirine bağlayan bir bağdır ve tarafları ne denli güçlü ve sürekli olursa kendisi de o denli güçlü ve sürekli olur. Şu halde mesuliyet, birer bilgi olarak var olan nesnelerin hakiki bilenine ve nihai fâiline yönelik bir nispet oluşturabildiği ölçüde benliği güçlendirecek ve sürekli kılacaktır. Bu bakımdan mesuliyet, insan için hakiki anlamı ve nihai özneyi bulma çabası olduğu sürece hakiki bir mesuliyet olabilir ve insan mesuliyetini gerçekleştirdiği ölçüde “özne” sıfatını almaya layık olur.