Batı, yalanı sanat hâline getirmiştir
Asıl mesele kişinin ikiliğe girip girmemesidir. Yalan ikilik demektir. İkiliği, ikircikliğe çevirmek, ikircikliği ikiyüzlülüğe çevirmek, ikiyüzlülüğü bencilliğe ve bentanrıcılığına çevirmek nefsin küfre giden silsilesidir.
Yön ve Yol, Kalbin Aklı, Medeniyet Aklı ve Anadolu İrfanı gibi kitapların müellifi siyaset bilimci, şair ve yazar Savaş Ş. Barkçin ile Doğu'da ve Batı'da yalanın ne anlama geldiğine, yalan-post-truth ilişkisine ve yalanın günlük hayatımızdaki karşılığına dair konuştuk.
Yalanın icadından başlasak söze. Yalan şeytanın ilk Âdem babamız ve Havva annemizi kandırmasıyla mı başlamıştır dünya hayatında?
Yalan şeytani bir iş, dolayısıyla nefsani bir iş. Her birimizin nefsi aslında şeytanın bir irtibat bürosu. Nefis, şeytanın iş yaptığı meydanın adı. Dolayısıyla yalan da bu manada Âdem Aleyhisselam'ın ilk yaratılışından beri insanoğlunun karşı karşıya kaldığı, sık sık içine giren, sık sık dışına çıkan bir hastalık.
Şu da garip hocam, yani şeytanın ilk cürmü isyan, insana karşı da isyan değil de yalanla yaklaşıyor.
Yalanın cinsi çok. Âşık Veysel rahmetlinin çok güzel bir şiiri vardır "Gezerken aklımın evine vardım" diye. Ben onu Muhayyer makamında besteledim. Kalbin Aklı kitabımda da uzun bir şerhi vardır. Onun bir yerinde diyor ki "Pişmemiş idi yalan, henüz çiğ idi." Şimdi yalanın çiğ hâlleri var, pişmiş hâlleri var. Aslında bir mânâda insanın ayağının kayıp kaymamasıyla ilgili, içinde kaynayan bir volkan gibi. Ya ona müsaade ediyorsun ya da onu tutuyorsun. Bu tutmak kavramı da ilginçtir. Tutamadığın zaman yolu da tutturamıyorsun. İnsanın aslında yolu tutturmasının sebebi kendisini bu gibi iğvalara tutturmamasıdır.
Hocam demin yalana hastalık dediniz, hastalık ruhi bir hastalık mıdır? Dinamikleri nelerdir? İnsan kendini koruması için mi yalan söyler karşı tarafa zarar vermek için mi yalan söyler?
İnsanlar kötü, nereden biliyorsun? Kendimden biliyorum. Bende de nefis var oradan biliyorum. Eskiden Arapçada şair denince "kâzib," yani yalancı anlamı da veriliyormuş. Şu anda da çok farklı değil. Çünkü hissetmediğini hissetmiş gibi yapanları hâlâ görüyoruz. Sanatların da önemli bir kısmında bir çeşit yalan var. İnsanın mahareti insan için bir imtihan oluyor. Her nimet bir imtihan. Mesela Allahu Teala sana şairlik kabiliyeti vermiş, müzik kabiliyeti, mimari kabiliyeti vermiş. Bunları hak yolda da kullanabilirsin, kizb yolunda da. İmtihan orada çıkıyor, insanın içinde mündemiç bir imtihan bu. "İnsanlar seni yalan söylemeye zorluyor, o yüzden yani mecburen bazı şeyler yapıyorsun..." Böyle değil açıkçası. Yani bir tarafın kayıyor işte yalana. O ne kadar kayarsa, yalana kapıları ne kadar açtıysan sıkıntı da o derece büyüyor. Kapıları kapattıysan ve kapıları kapatmayı bir âdet, yani ahlâk hâline getirdiysen kolay kolay o kapı ve pencereleri kizbe açmıyorsun. Mücadelen, direnmen kizbe girmeme yönünde oluyor. Çünkü âlemde her şey nefse açık. Mümin, nefse karşı direnene denir. İnsan kapısını açınca, yalan da insanın karşısına çıkar. Kapını açmazsan karşına yalan çıkmaz.
Geçen gün denk geldim, Yalanın İcadı diye güzel bir film var. Filmdeki dünyada hiç kimse yalan bilmiyor. İnsanlar içlerinde ne varsa onu söylüyorlar yani. Filmin kahramanı yalanın işe yaradığını fark ediyor. Ondan sonra yokuş aşağı gidiyor her şey. Toplumda yalan yaygınlaşıyor. Dolayısıyla yalan işe yarayan bir şey, işlevsel bir şey; bazı mesleklerde olmazsa olmaz bir şey. Dünyada nereye gidersen git yalanın neredeyse vazgeçilmez olduğu, dolayısıyla meşru olduğu varsayımı vardır. Yalansızlık aynı zamanda güven demek. Yalan da güvensizlik demek. Neye güvensizlik? Kendine, diğer insanlara, âleme ve Allahu Teala'ya. Neden peki? Çünkü Allah kendine bağlananı tutar. Doğruların yardımcısıdır. Yalanın somut bir karşılığı var. Siyasette yalan söylüyorsun oy alıyorsun. Doğruyu söylüyorsun oy kaybediyorsun, zarar! Müslüman siyasetçi de böyle düşünüyor, kâfir siyasetçi de. Ama niye böyle düşünüyor? Çünkü, "köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin" diyor. Ayıya bile yalan söyleyeceksin yani! Ayının ne günahı var yahu?
Aldanılan insan da bunu kabullenmiş vaziyette. Kendine de yalan söylemiş oluyor. Yalan maalesef milli adetimiz... Size bir şey anlatayım. Bir gün abimlerle bir lokantaya gittik, salata falan söyledik. Zeytinyağı istedik. İçeriden bir zeytinyağı getirdi garson, ama ayçiçek yağı inanın ondan daha koyu. Adam tam yağı dökecekti salataya, elini yakaladım. Abi bir dakika bu zeytinyağı mı dedim, he abi dedi. Böyle zeytinyağı olur mu dedim. Abi bu Malatya'nın zeytini dedi. Dedim, kardeş Malatya'da zeytin yetişir mi? Tabii abi, hatta müşterilere ağır geliyor da biz ayçiçek yağı ile karıştırıyoruz demez mi! Art arda üç tane yalanı tıkır tıkır götürdü adam. Niye? Âdeti bu. Ahlâkı bu. Onun için doğalı bu. Sen yalan söylemek zorunda kalırsın yalan söylediğinde çok feci bir şekle girersin. O adam ise tam tersi, doğruyu söylediğinde zorlanıyor. Dolayısıyla bu milli gelenek. Mesele şudur: Aldatmanın yolu çok. Ama asıl mesele şu: sen yalanı meşru kabul ediyor musun? Yoksa "herkes yapıyor ben de yapıyorum" deyip yalanı ilken hâline mi getiriyorsun?
O zamanın yalanın otoritesi kim, meşru oldu diyen kim?
Dünyanın en büyük müftüsü kim? Nefis. Nefsin her şeye fetvası var. Her türlü melâneti ayetle de gerekçelendirir, hadisle de... İncil'den de Marx'tan da alıntı yapar koyar önüne. Stalin'in mesela yaptıklarının hepsi doğruydu. Yasalara uygundu. Yasayı kim yaptı, ben yaptım zaten, e tamam o hâlde. Şimdi dünya bir gurur ve aldanma yeri olunca, aldanma doğal olarak işin içine girmiş oluyor. Yani aldanan olduğu için aldatabiliyor. Müşterisi olan bir şey yalan... Dolayısıyla bunu âdet edinmemek bunu ahlâk edinmemek müminin en büyük cihadıdır. Kötülüğü ben yapsam bile arada bir, "en azından adet edinmeyeyim bu benim yolum olmasın" diyeyim. Direksiyonu sırat-ı müstakime çevireyim. Bu bizim en büyük çabamız. Ama yalan işe yarıyor, yalan kâr ettiriyor, yalan oy getiriyor, yalan şöhretini artırıyor, yalan seni çok cazip bir insan yapıyor.
Gündelik hayatımızda mesela patron diyor ki işçisine bu işin bir gün sonra bitmesi lazım ama aslında o işin bir haftalık bir müddeti var on günlük bir müddeti var. Bunu her meseleye yayabiliriz, evlerimize akrabalarımıza vs. buna nasıl bakmamız lazım? Buna tedbir mi diyeceğiz işin çabuk bitmesi için yoksa buna yalanın daniskası mı diyeceğiz?
Aldatmanın dolayısıyla aldanmanın normal karşılandığı bir yerde, insanlar haksızlığa uğramaktan, zarara uğramaktan korumak için çok uygun olmayan yöntemler buluyorlar. Bunu ben de bazen yaparım, "aman ha yarına yetiştirelim bunu" derim. Bunda yalan yok. "Bir an önce yapmanı istiyorum..." Fakat onu niye söylemek zorunda kalıyoruz? Karşıdaki adam takdir edemiyor mu? Adamın önüne iş geliyor ama sallıyor. Bunu yaparken niye bu kadar rahat peki? Neden bunca güvende hissediyor kendini? Çünkü herkes yalancı! Sen de onlara uyuyorsun. Çünkü o daire başkanı da genel müdürüne yalan söylüyor. Yalan, zincirleme bir melânet aynı zamanda. Hep söylerim, bizim memlekette yalandan ve cehaletten dolayı hiç kimseye fatura çıkarılmaz. Ama bilirsen, doğru isen, dürüst isen bedeli vardır. Orada kimse seni alkışlamaz, takdir etmez. O yüzden burada asıl mesele kişinin ikiliğe girip girmemesi. Yalan ikilik demektir. İkiliği, ikircikliğe çevirmek, ikircikliği ikiyüzlülüğe çevirmek, ikiyüzlülüğü bencilliğe ve bentanrıcılığına çevirmek nefsin küfre giden silsilesidir.
Hem tanrıyım hem kendimin kuluyum gibi yani.
Tabii tabii. Yani insanın yükselmesinde, kemâlâtta olduğu gibi insanın düşmesinde de bir silsile var. Zıvanadan çıkma silsilesi de var. Adam mürid olmuş. Şeyhi kim? Şeytan. Şeytanın dergâhında seyr-i sülûk ediyor. Onun da mertebeleri var. Dolayısıyla insanın aslında yalan söyleme ihtiyacı hissetmesi dışsal bir baskıdan çok içsel bir mekanizma. Çünkü yalan dışarıda yer almıyor, yalan dışarıda görünmüyor. Müsbet bir kavram değil menfi bir kavram. Müsbet, kendi başına var olan şeydir. Menfi, senin var olduğunu vehmederek haktan çaldığın paya denir. Budur yalan. Müsbet olan ise haktır. Her şey haktır ve her yerde hak vardır. O hakkın bir kısmını görmezden gelmen, kırpman, tırtıklaman, kesip işte, "abi bu da hakka benzer bir şey oldu" demenle ortaya çıkan bir şeydir. Tevhid ehli olan insan, Bir Olan'a Vâhid'e, Ehad'a teslim olmuş insan mümkün mertebe kendini de birlemeye çalışır. Sözü özüyle bir olur. Arada yalan boşluğu, ahlâki boşluğu olmaz. Şiiri, memurluğu, siyasetçiliği oturup kalkmasıyla bir olur. Sahtelik boşluğu, iki yüzlülük boşluğu açılmaz. Açıldığı an o boşluğu kapatmaya çalışır. Buna tövbe diyoruz. Kime? Allahu Teala'ya.
Şimdi dolayısıyla yine işi getirip Allahu Teala'ya bağlamamız lazım. Rabbimizin razı olduğu şeyler, bizim için de zaten kuvvet olarak koyduğu şeylerdir. Ama o kuvveti eksik görmek, Rabbimizi o konuda yeterince muktedir görmemek, "Allah benim yanımdadır" diyememek... Bu mevzularda artık dolgu malzemeleri giriyor araya. Haktan boşalttığımız alanlar yalancılık, sahtekârlık, ikiyüzlülük ve aldatmayla doluyor.
Hocam, Batılıların yalanla ilgili çok olumlu sözleri var. Mesela birisi insanı hayvandan ayıran en önemli fark yalandır diyor. Bu acaba bizim batılılarla aramızdaki farkı gösteriyor.
Bakın, batı, doğu, kuzey, güney mümin için coğrafi yön bildirir, kişilik yönü bildirmez. Batıyla doğuyla ilgisi yok. Ama tabii galat-ı meşhur ben de kullanıyorum bunu. Asıl küfür dememiz lazım buna, işin esası budur. İman var, küfür var. İkili bir düzen bu. Küfrün de çeşitleri var. Ateizm var, deizm var... Din diye ismi koyulmuş olan ama din olmayanlar var... Çünkü "ed-din" yani "the din" yani tek din İslâm'dır. Allahu Teala'nın razı olduğu ve indirdiği dindir. Batılılarda böyle bir bakış olmaması, onların ikilik dinine mensup olmasıyla ilgili. Demek ki küfür ehlinin aslında tâbi olduğu bir sistem var. Bu sistem de bize çok başarılı gözüküyor. Çünkü biz müminler iki asırdan beri performans manyağı olduk yani sonuç manyağı olduk. Biz sebeplerle pek uğraşmıyoruz, sonuçlarla uğraşıyoruz. "Göster kardeşim, bak sen çok biliyorsun ne işe yaradı? Adam bilmese de para kazanıyor. Sen hâlâ kirada oturuyorsun." Bunu dindar söylüyor, sorun burada işte.
Mümin sandığımız, mümin tanıdığımız insanlar bunu söylüyor. Dolayısıyla bir Masonun bir İngiliz'in bir Yahudi'nin gelip seni bozmasına gerek yok, sen zaten kendi kendini her gün bozuyorsun. Batılılardaki iki yüzlülük neden bir istikrar duygusu veriyor, yani bir başarı duygusu, performans duygusu veriyor? Çünkü nefsaniyet dışında bir alan bırakmamışlar. Ben hep şöyle derim, Batı yalanı sanat hâline getirmiştir. Bu insanlık tarihi boyunca başarabildikleri en önemli şey. Yani yalanı gerçek gibi gösterebilmeleri. Rahmetli Malcolm X'in de bu konuda bir sözü vardır. Diyor ki, "Basına dikkat edin. Yoksa basına inanırsanız size zalimleri mazlum, mazlumları zalim olarak gösterir, siz de buna ikna olursunuz."
Aslında felsefenin Avrupa'da gelişimi bu yalancılığı daha prestijli, tartışılamaz, insan tabiatının gereği gibi sunmakla ilgili. Niye? Çünkü o filozofların kendilerinin ileri sürdükleri fikirle pek alâkası yok. Yani Kant'ın yazdıklarıyla hayatı arasında bir ilişki yok. Bugün de aynı. Halis muhlis temiz olan kavramları alıyorlar, o yalanın üzerini giydiriyorlar ve sana yutturuyorlar. Meselâ çevrecilik, meselâ insan hakları, meselâ kişisel gelişim. İnsan için böyle olman lazım. Koçun olacak. Niye? Yaşam koçun olacak çünkü sen yaşam koyunusun. Her koyuna bir koç lazım! Yani kendisi adam olamamış, sana nasıl adam olunacağını anlatıyor. Yani biz bu kadarcık bile yalanı süzemiyorsak bizim hak ölçümüzde bir sorun vardır.
Tevhid ehli olan insan, Bir Olan'a Vâhid'e, Ehad'a teslim olmuş insan, mümkün mertebe kendini de birlemeye çalışır. Sözüyle özüyle bir olur. Arada yalan boşluğu, ahlâki boşluğu olmaz.
Âgâh değiliz yani...
Batı'da çıkar ve yıkım işlerine koydukları masum isimler sahte bir doğruluk hissi oluşturuyor. Aslında bu katmerli yalan. Mürekkeb cehalet gibi mürekkeb yalan da var. Bu yalanlar bir bakıyorsun karşına ideoloji olarak çıkıyor, bir bakıyorsun akademik bir tez, bir sanat yaklaşımı olarak çıkıyor. Müslümanlar iki asırdır bekledikleri durağa Batı yönünden ilk gelen her otobüse biniyorlar. "Aa herkes küreselleşme diyor, demek ki küreselleşme lazım. İslâm da aslında küreseldir. Yemin billah öyle, hatta hemen ayet göstereyim size" falan diyorlar. Bundan bıktık usandık iki asırdır. Ya kardeş, kendin ol ya. Senin bir duruşun olsun. Bu diğerlerine kapalı olmak değil ki. Yalanın icat edilmesi gibi Osmanlı'da da gerçekte olmayan bir Batı icat ediliyor. Mübarek bir Batı. "Batı mükemmeldir, yalan söylemez. İnsanı ileri götürüyor adamlar, biz de takılalım bizi de götürsünler..." Geçen hafta Ahmed Cevdet Paşa'nın Tezâkir'ini yeniden okuyorum, üzerine de bir yazı yazdım hatta. Orada sürekli "tarîk-i terakkî" yani "ilerleme yolu" diyor. Çünkü terakkiye nasıl karşı koyabilir ki insan. İlerleme yani. İlerleyelim abi. İlk gelen otobüse binelim.
Dolayısıyla bu aldanma arzusu bizim içimizde var. Aldanmadan önce bir aldanma arzusu. Yani buna müsaidiz. İçimizden Hakk'ı boşaltınca bâtıla yer açılıyor. Yoksa Hak her yeri kuşatmıştır. Mümini de kuşatmıştır. Müminin idraki, düşünmesi, sanatı, zikri, otobüse binmesi, çay içmesi Hak ile beraber olunca zaten oraya karanlık giremez kötü şeyler giremez. Bizim Osmanlı'dan beri böyle bir müsaitliğimiz var. O dönemdeki insanları okuyunca ben gerçekten şaşırıyorum. Yani bu adamlar saf mı, saflık rolü mü yapıyorlar diye, anlayamıyorum. Çünkü Ahmed Cevdet Paşa zeki bir adam, âlim bir adam. O bahsettikleri ilerlemenin mihrakı olan Batılılar aynı zamanda Osmanlı'nın çevresindeki bölgeleri kasıp kavuruyorlar. Sömürgeciliğin zirvesindeler. Yani hiç mi gözünüz görmedi? Adam sana bunu söylüyor ama bak Afrika'yı yediler bitirdiler, Asya'yı yediler bitirdiler, Çin'i işgal etmekle meşguller... Kısacası biz bu yalanları hak gibi kabul ettiğimiz için bugünlere geldik.
Biz de din adına yalan söylemeye başlayınca ip kopuyor. Sorarsan bu yalan değil tedbir derler, köprü meselesi. Dolayısıyla yalancılığı da yol yapmaya başladık, bu da itikadı bozan bir şey.
Hakikat-ötesi diye bir kavram da var ya hocam öyle falan diyorlar.
Post-truth, gerçek sonrası evet. Bu yalanın sistemleşmesi, Batı'nın insanlık tarihinde yaptığı bu devasa devrim en çok kavramlarla kendini gösterir, çünkü insanlar bir çirkinliği sürekli güzelleştirmeye uğraşır. Eğer o çirkinlik işlerine yarıyorsa... Mesela hiçbir hırsız ben çalıyorum demez. Sen geçen gün falancanın malını çalmışın deyince, yok abi bizim hakkımızdı der. Çalmak hak olur mu? Zaten Türkçede çalmak fiili almak fiilinden gelir. Bizde, "neden çaldın" denince, "çalmadım ki, ben aldım" derler. Hele hele miri malı, hazine malı ise insanların malları vergileri bunların zaten sahabı yok. Bunu alırsın götürürsün. Türlü gerekçeler üretiyoruz. O yüzden bu işin geldiği noktada biz Batı'nın kavramlarla güzelleştirmesi meşrulaştırmasını kabul ettiğimiz anda o düzenin bir parçası oluyoruz. Şu anda da maalesef onun parçasıyız.
Miri malı çalacaksak keşke herkes Şeyh Galip gibi çalsa. Şeyh Galip demişken Fuzuli de şair sözü yalandır diyor mesela ayeti kerimeyi söylüyor. Fuzuliden çok daha önce bir şair vardı Arap bir şair adını hatırlayamadım o da en iyisi en yalan olandır diyor şiir için. Müslüman. Burada herhâlde biz yine bu "teorilerle" falan aşırı yorumlarla ayeti kerimeyi bile bozuyoruz ama bunun da adına edebiyat diyoruz yeri geliyor felsefe diyoruz. Ayet ortadayken, en iyisi en yalan olandır, yani şiir için bile denmez herhâlde bu.
Yani şöyle bir durum var: Ölçüsü olmayan ölçemez. Ölçemeyen tutturamaz. Tutturamayan şaşırır, şaşıran yol aşırır, yol aşıran yoldan çıkar. Bunlar hep birbirine bağlı. Kavramı tercih etmek de ahlâki bir tercihtir. Mesela benim etik dememem, onun yerine ahlâk demem Allah'ı tercih ettiğim için. Allah'ın bana söylediğini kabul ediyorum ve onunla konuşuyorum. Buna benzer şekilde biz sanatı da hayatı dışında kabul ettiğimiz için, "efendim sanattır yani ahlâkla ne alâkası var" diyebiliyoruz. Bir insan çok ahlâksız olabilir ama "biz sanatına bakarız" derler. Tamam sanatına bakalım da o lafın çıktığı ağzın da kirli olmaması iyi olmaz mı? Yani temiz ağızlardan gıda alsak çok daha iyi değil mi?
Ben lügatleri çok severim, karıştırırım sürekli. İsfahani'nin meşhur El Müfredât diye bir sözlüğü var. Onun dışında yine Ebu Hilâl'i okuyorsun. Kâmusu'l-Muhit'i okuyorsun. Bir süre sonra anlıyorsun ki aslında bu kamuslar bir nevi akaid kitaplarıymış. Çünkü kavramları, Kur'an'a ve sünnete dayanarak ifade ettikleri için, hangi kavram ve anlamın caiz olup olmadığını söylüyorlar. Mesela "fıkıh" kelimesiyle "fehim" kelimesinin farkı ne, ayet-i kerimeyle örnek vererek anlatıyorlar. Böylece insanın dili düzelince kalbi, kalbi düzelince yolu düzeliyor.
Son olarak ne dersiniz hocam?
Daha ne diyeyim? Allah derim. Allah'a itikad, istinad, itimad meselemiz var. Yani Allah'a doğru inanma, Allah'a yaslanma ve Allah'a güvenme... Bu üçü beraberdir. Müminlerin iki asırdır bu üç konuda sıkıntıları var. O yüzden Allah ile aramız açılmış durumda. O boşluğun içine bir sürü çer-çöp doldurduk. Yalan, aldatma, hırsızlık, ikiyüzlülük, sahtekârlık ve bundan da beteri kötüyü, şerri, yalanı meşrulaştırma. Yalancı bir toplumdan daha kötüsü yalanı doğru olarak kabul eden toplumdur. Çünkü normalleşme normatifleşmenin ilk adımıdır. O zaman yalan söylemeyince, yalanı gerçek kabul etmeyince, yalancıyı övmeyince ayıplanıyorsun. Asıl korkum budur. Allah bizleri Hak ile beraber olanlardan, Hak ehli olanlardan eylesin.