BATI TAKINTISI

BATI TAKINTISI
BATI TAKINTISI

Cumhuriyet ile beraber Batı mutlak referans hâline geldi. Bu referansın arkasında yine devlet vardı. İstersen Batı referansı olmadan yaz, konuş, giyin, ilim veya sanat üret. “Eski” olan her şey aşağılandı, dışlandı ve tasfiye edildi.

İki asırdan beri Batı’yla ama kavgalıyız, ama sevdalıyız; ama kesinlikle takıntılıyız. Psikolojide “takıntı” (obsession); tekrar eden düşüncelere, dürtülere veya zihinde beliren imgelere deniyor. Fakat bunlar diğer tekrar eden şeyler gibi değil. Bunlar kontrol edilemeyen, işgal edici, istenmeyen ve insanları huzursuz eden unsurlar. Bu zihinsel sınırlanma ve hapsolma süreci istemsiz davranışları doğuruyor. Mesela temizlik takıntısı olan bir kişi zihninde ellerini sürekli kirli olarak tanımladığı için, sürekli ellerini yıkamak veya silmek istiyor. Bu öylesine baskın bir hâl alıyor ki insanın elleri yıkanmaktan tahriş olsa bile çektiği sıkıntıya ve acıya rağmen bu davranışa devam ediyor.

İşte bizdeki Batı takıntısı da böyle. Batı ile ilgili her şeye aşırı dikkat ve önem verme, onu kâh reddetme kâh kendini ona uyarlama davranışı bizde Tanzimat devrinden beri görülüyor. Bu davranış kanıksanmış, çaresi olmayan, sürekli tekrar edilen ve bir sonraki nesle aktarılan -neredeyse- genetik bir bozukluğa dönüşmüş durumda.

Batı’nın söylemlerine, eylemlerine, bilimine, modalarına kimimiz yamanmakla; kimimiz de onları kınamakla asırlar geçirdik. İşin başlangıcında yani Tanzimat döneminde, Batı’ya çok romantik bir bakışla bakılıyordu. Bu bakış; Batı’ya gidenlerin, Batı’yı örnek olarak görenlerin olduğu gibi devletin de sahip olduğu bir bakıştı. Bu tutum; İkinci Mahmud’dan itibaren devletin sonuna kadar bu resmi bir tutumdu. Kıyafetten eğitime, düşünceden mimariye kadar Batı, her şeyin neredeyse yegâne referansıydı. Batı referansıyla yapılanlara karşı özellikle ulemadan, dindar mütefekkir ve devlet adamlarından gelen tepkiler ise “yeniye karşı eski” yaftasıyla mahkûm ediliyordu. Batılı alıntılara karşı çıkanların bir kısmının tepkiselliği, kalıpçılığı, “yenilikçiler”e daha büyük bir meşruiyet ve güç kazandırıyordu. Batı ile ilişkide seçici olmanın lüzumu üzerine konuşup yazanlar ise azınlıkta kaldı. Çözüm hedefiyle çıkılan yolda bir asır boyunca sadre şifa olacak bir sentez yapılmadı. Sonuçta Osmanlılar giderek kangren olan sorunlarıyla, kendi asliyetlerini kendi elleriyle feda ederek Batı’nın kurbanı oldu, yıkıldı gitti.

  • Batı ile ilgili her şeye aşırı dikkat ve önem verme, onu kâh reddetme kâh kendini ona uyarlama davranışı bizde Tanzimat devrinden beri görülüyor.

Cumhuriyet ile beraber Batı mutlak referans hâline geldi. Bu referansın arkasında yine devlet vardı. İstersen Batı referansı olmadan yaz, konuş, giyin, ilim veya sanat üret. “Eski” olan her şey aşağılandı, dışlandı ve tasfiye edildi. Böyle bir baskı ortamında dindarlar kendilerine taktik bir alan açtılar. Ülkedeki siyasi tabulara dokunmadan, dinin ne kadar işlevsel bir şey olduğunu savunmaya çalıştılar. Bunu yaparken Batılı isimlerden, filozoflardan, kavramlardan dem vuruyorlardı. Böylece geleneği savunurken çok da “eski” veya “mutaassıp” görünmemeye çalışıyorlardı. Mesela Batı’nın 19. asırda tutturduğu “din ile bilim uzlaşamaz” teranesine canla başla cevap vermeye çalışıyorlardı. Bunu savunurken türlü âet, hadis ve tarihi verileri sıralıyorlardı. Fakat bunu yapanların arasında Batı’yı gerçekten bilenler az sayıdaydı. Daha çok kulaktan dolma alıntılarla işi geçiştiriyorlardı. Batıcı cephe “gak” deyince “guk” demek gerektiğini düşünüyorlardı. Aynı şeyi özgürlükler, devletçilik, eğitim gibi her konuda yaptılar.

1960’lara kadar dindarların genel tutumu bu türden özürcülük idi. Batı “medeniyet” diyorsa bizim de medeniyetimiz vardı. Dinin, tarihin, geleneğin hep faydaları vardı, vurup öldürmemek gerekirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında tasfiye edilen, idam edilen, sürgüne gönderilen, gözden düşürülen ulemanın yerini dini eğitimi olmayan dindar muharrirler ve mütefekkirler almıştı. Bunlar kendilerinin de “modern” olduğunu, yobaz Batıcılara ispatlamaya alttan alta gayret ederlerdi. Bu nesil kendine “Milliyetçi maneviyatçı” dedi. “Milliyetçi mukaddesatçı” dedi. 1960’lardan sonra ise “sağcı” dedi.

1970’lerden itibaren üniversitelerde okumuş, bir kısmı Batılı dilleri bilen dindar aydınlar ortaya çıktı. Bunlar önceki nesle nazaran Batı’ya olan bakışlarında özürcü değildiler. Sağcılığı reddettiler. Kendilerine “İslâmcı” diyorlardı. Bunların Batı’yı eleştirisi daha ciddiydi. Fakat eski nesiller gibi Batı’yı eleştirirken Batılı isimlere yaslanıyorlardı. Geleneğe yaslanmıyorlar, onu ihya etmenin, yeniden üretmenin yollarını pek düşünmüyorlardı. Ama eski nesil gibi özürcü değillerdi, meydan okuyorlardı. Fakat işi entellektüelizme çevirmeleri, yani amelsiz düşünce olabileceğini sanmaları yüzünden İslâm’ı ve medeniyetimizi Batılı izahların sığ şablonlarına uydurmaya kalktılar. Kimi hermenötik, kimi tarihselcilik, kimi metinsellik, kimi demokrasi diyerek yoldan çıktı. Bugün söz söyleyen birçok dindar aydının zihinsel yapısını şekillendiren bu süreçtir.

Kısacası; iki asırdır işimiz, gücümüz, fikrimiz, yolumuz Batı’ya takılmış vaziyette. Her devirde sürekli Batı’ya cevap yetiştirmeye çalışıyoruz. Ama bazı ciddi sorunlar var. Birincisi, bizim yıllarca makaleler, kitaplar yazıp, konferanslar verdiğimiz mevzularda ne dediğimiz, Batı’yı hiç ilgilendirmiyor. Yani onlar bırakın bize takıntılı olmayı, bizi ciddiye bile almıyorlar. Kaale aldıkları kendi kafalarına ve çıkarlarına uyanlar... Nitekim en büyük ödülleri olan Nobel’e Orhan Pamuk’u, Fransız devletinin en büyük nişanı olan Légion d’honneur’e ise Yaşar Kemal’i lâyık gördüler. Batılı dillere Cemil Meriç’i, Sezai Karakoç’u, Turgut Uyar’ı, Salah Birsel’i tercüme etmediler. İkincisi, bu Batı takıntısı kendi sorunlarımızı çözmeye hâlâ yetmiyor. İki asırdır Batılı siyasi, ekonomik, eğitim modelleri ithal ediyoruz, oralara talebeler gönderiyoruz, onların kanunlarını aynen tercüme edip kullanıyoruz, onlar hangi kavramı türetirse hemen benimsiyoruz, ama hemen her alanda hâlâ adam yerine konacak bir durumumuz yok. Üçüncüsü, bu kadar sıkı Batı takipçisi olmak Batı’yı derinden anlamaya da yetmiyor. Batı’yı yüzeysel olarak tanıyor ve tanıtıyoruz. Mesela Batı’nın devletleriyle yürüttüğü yıkıcılığı ayrı; felsefesiyle, akademyasıyla yürüttüğü işleri ayrı şeyler sanıyoruz. Bu da gerçek Batı’nın anlaşılmasını engelliyor. Dördüncüsü, dinî gayretle Batı’yı eleştirenlerin çabası onların ilmini, takvasını, kişiliğini pek olgunlaştırmıyor. Bu takıntı bizlerin daha iyi mümin hâline gelmemizi sağlamıyor. Aksine amelsiz bir söylem tuzağı içinde debelenip gidiyoruz.

  • Kısacası; iki asırdır işimiz, gücümüz, fikrimiz, yolumuz Batı’ya takılmış vaziyette.

Peki, Batı ile hiç mi ilgilenmeyelim? Elbette ilgilenelim. Ama ilgilenmek başka, takıntı başka. Bizim Batı ile ilişkimizde artık kanıksadığımız bu takıntılı kafadan çıkmamız lazım. İyi ama nasıl? Öncelikle cümbür cemaat Batı’yı övmeye veya ona sövmeye bir son vermeliyiz. Sadece Batı’yı iyi bilenler, aşağılık kompleksiyle değil ciddiyetle ona bakanlar Batı’nın düşünsel süreçleriyle ilgilenmeye devam etmeli. Günlük hayatta Batılı filozof, yazar, meşhur isminden alıntılar yapmaya bir son vermeliyiz. Batılılardan ziyade geçmişteki veya yaşayan müminleri öne çıkarmalıyız. Çünkü bizim Batılı isimleri değil kendi isimlerimizi tanımaya ve tanıtmaya ihtiyacımız var. Zira ağzımıza kadar Batı ve Batılı kavramlar, değerler ve isimler ile dolmuş vaziyetteyiz. Daha fazlasına ihtiyaç yok. Şunu da kesin bilmeliyiz ki biz en az kendimizi biliyoruz. Dinimizi, geleneğimizi, düşüncemizi, sanatımızı, kavramlarımızı pek bilmiyoruz. Kendimize değer vermenin ilk adımı kendi değerlerimizi öğrenmek, öğrenmenin ilk adımı ise o değerlerin önemini bildirmektir. Mevlânâ’yı okumamış bir dindarın Nietszche’den dem vurması tam bir aymazlıktır. Hele kendi itikadının gereğini bilmeden Batılı filozofların hayat ve gerçek tanımlarıyla meşgul olmak abestir, sakıncalıdır. Bunun farkına varmak gerekiyor.

Batı olsun, Doğu olsun müminin dış dünya ile olan ilişkisini belirleyen temel kavram hikmettir. İnsan hikmetle ilgili şu hadis-i şerifi bilince ve üzerinde hakkıyla tefekkür edince kendine, dünyaya, olaylara, bilgiye, bilime, sanata olan bakışı mutlaka değişir: “Hikmet müminin yitik malıdır. Bulduğu yerde onu almaya en fazla hak sahibi odur.” (Tirmizî, İbn Mâce). Bu hadis-i şerif bize açıklığı emretmekte. Ama önüne gelene kucak açan değil ilkeli, kriterli, seçici bir açıklığı.

Dini sorulara cevap veren bir siteye baktım. Yukarıdaki hadisin metnindeki “hikmet” kavramının yanına bir virgül koyup onu “değerli bilgiler” diye açıklamışlar. Parantez içine bile almamışlar. Ne kadar ayıp. Hadisin özgün metnini bilmeyenler, bu eklentiyi hadisin asli parçası sanacak. Güzel kardeşim, hikmet sadece “değerli bilgi” değildir. Zaten hikmet tek başına bilgi değildir. Her bilen de hikmet sahibi değildir. Hikmet başka bir kavramla eşitlenemez, hikmet hikmettir bir kere. Böyle bir tevhid kavramını, mümini mümin yapan, İslâm’ın mührü olan bir kavramı, hele Rasûlullah Efendimize (sav) Mevlâmızın verdiğini beyan ettiği o büyük nimeti bu kafayla anlatamazsın. Madem hikmet kavramını okuyucunun anlamayacağını düşünüyorsun, elbette açıkla. Ama böyle yaptığın gibi bir eşitleme ile değil. Çünkü senin bu açıklamanı okuyan kişi artık ne zaman “hikmet” kelimesini duysa aklına hemen “değerli bilgi” gelecektir. Bir kavramı açayım derken aslında kapatıyorsun. Buna benzer birçok tevhid kavramını böyle kurban ediyoruz.

  • Batı olsun, Doğu olsun müminin dış dünya ile olan ilişkisini belirleyen temel kavram hikmettir.
Evet, hikmet sadece bilgi değildir. Bilgi seni dünyada dünya ile sınırlı tutar. Hikmet ise senin dünya hayatını olduğu kadar ahiret hayatını etkiler. Hikmet ayrıca büyük bir ameldir, fazilettir, Mevlâmızdan hediyedir. Gerçeği her işte, her şeyde, her olayda görebilme yetisidir. O yüzden öyle her bilen hikmet sahibi olmaz.

Müminlerin hikmeti fark etmeleri, Doğu’da veya Batı’da bulabilmeleri için önce inançlarını, Allah ve Resul’ünün (sav) ölçülerini çok iyi bilmeleri gerekir. İlim ve düşünce geleneğimizi çok iyi öğrenmesi gerekir. Ancak bu seviyedeki insanların Batı felsefesiyle, polemikleriyle muhatap olması ve gerektiğinde cevap vermesi yararlıdır.

Uzun lafın kısası; eğer ömrümüzü Allah rızası için okuyarak, düşünerek, iş yaparak geçireceksek merkez Allah ve Resul’ünün (sav) ölçüleri olmalı. Elin ölçüsüyle kendi dünya ve ahiretimizi inşa edemeyiz. Her yaveye bir cevap yetiştirme takıntısından kurtulmanın vakti gelmedi mi? Yamalı bohçaya dönen kalbimizi ve aklımızı hikmet kavramı ekseninde yeniden sahihçe, ciddiyetle, gayretle inşa etmek vakti gelmedi mi?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım