Başlangıçtan günümüze Türk hikâyeciliğinin kısa tarihi
Tuncalp'in "hikâye derken biraz kuşkuluyum" dediği Sait Faik'le başlayan ve 50 kuşağının sahiplendiği bu gelenekleşmiş anlayıştan farklı olan "hikâye"ye artık hikâye demeyerek "öykü" demek de 80 kuşağına nasip olmuştur.
Türk hikâyesinin ve hikâyeciliğinin bugününden geriye gittiğimizde 2000 sonrası hikâyesinin 80 kuşağının açtığı alan üzerine bina edildiğini görürüz. Öykünün kurucusu kabul edilen 50 kuşağının neredeyse tamamı, 2000'li yıllarda hayatta olsalar da öykü dergisi çıkarma işini 80 kuşağına bırakmışlardır ve bu kuşak çıkardıkları dergilerle bir yandan 50 kuşağının öykü anlayışını kökleştirirken, diğer yandan kendi isimlerinin edebiyat kamuoyuna yerleşmesini sağlamışlardır. Türkiye'de öykü dergiciliğine büyük oranda 80 kuşağının öncülük etmesi ve öykü dergilerinin 1980'den sonra artması da önemlidir. 1950'lerde evrimleşmesinin ardından 80'lerden sonra öykü olarak anılmaya başlamış türe özgü dergilerin durumu, hikâyesi çok uzun olmayan türün mecrasını belirleme ve mecraya asıl rengini verme mücadelesi üzerinden okunabilir. 1980'li yıllarda hikâyelerini yayınlamaya başlayan isimler, 2000'li yıllara gelene kadar usta yazar sıfatına sahip olmuş ve etraflarında genç isimleri toparlamaya başlamışlardır.
1952 doğumlu Hüseyin Su, 1956 doğumlu Semih Gümüş, 1962 doğumlu Nalan Barbarosoğlu 1958 doğumlu Özcan Karabulut gibi isimler çıkardıkları; Hece, Adam Öykü, Eşik Cini, İmge Öyküler gibi dergiler ve arkadaş çevreleriyle 2000 sonrası öykücülerine öncülük etmişlerdir. Bu dergiler, hikâyeden ayrışan ve mecrasını arayan türün kökleşmesi için anlamlı bir gayret ortaya koymuştur. İlerleyen süreçte aralarına Düşler Öyküler, Fayton Öykü, Kül Öykü gibi dergiler de katılmıştır. Hüseyin Su yönetiminde Ömer Lekesiz, Necip Tosun, Cemal Şakar gibi isimlerin etrafında çıkan Hece Öykü Dergisi, diğerlerinden farklı bir dünya görüşüne sahip öykücülerin toparlandığı bir dergi olarak türün mecrasını belirleme ve mecraya asıl rengini verme hususunda biz de varız demiş, muhafazakâr veya İslamcı tonların ortaya çıkmasını sağlamış, hatta bunlar arasında yayın hayatına devam eden tek dergi olarak bir süre sonra türün hâkim mecrası vasfını da kazanmıştır. 2010 sonrasında Post Öykü ve Muhayyel, Hece Öykü'nün açtığı alan üzerinde birikim ortaya koymaya devam etmiş, Eşik Cini mecrasında ise akışa Notos, Öykü Gazetesi, Sarnıç Öykü gibi dergiler katılmıştır.
Yakın dönemde çıkmaya başlayan Olağan Hikâye Dergisi'yle birlikte dergiler birikime katkı sunmaya devam etmektedirler. Öykünün, tür olarak tartışıldığı, sorunlarının, teorik meselelerinin gündeme getirildiği bu dergilerin yanında Dergah, Varlık, Yedi İklim, Kitaplık, Edebiyat Ortamı, Karabatak gibi dergiler de önemli isimlerin yetişmesine katkıda bulunmuştur. Tematik açıdan bakıldığında 1980 sonrasında; feminizm, politik cinsellik, bireyselleşme, kaçış gibi meselelerin yanında muhafazakâr taşra insanının kentte tutunma çabaları, modernlik/gelenek, başörtülü kadının kamusal hayattaki konumu gibi meseleler öyküye tematik anlamda dahil olmuştur. 80 kuşağının hikâyeyi alımlama biçimi 2010'lara kadar etkisini devam ettirmiş olsa da 2010 sonrasında hikâyenin mecrasında ciddi bir değişim yaşanmıştır. Bu zaviyeden bakıldığında bu isimlerin, kendi dergilerindeki kanona dahil olma dışında kendi çevrelerinde yetişen 2010 sonrası isimlerin öykü dünyalarıyla çok da uyum içinde oldukları söylenememektedir.
Cemal Şakar, Necati Mert gibi bazı isimler yer yer postmodern teknikleri kullanmış ve kullanıyor olsalar da bu, onların postmodern öykü anlayışını benimsedikleri anlamına gelmemiş, bir bakıma genç kuşaklara "biz buradayız" mesajını vermişlerdir. 1980 kuşağı öykücüleri kendi öykü dergilerinde, kendi çevrelerinde yetişen isimlerin öykülerinden yana zar atmalarına rağmen, onların dünyaya bakışları ve öykü tutumlarına dair eleştiriler getirmekten de geri durmamışlardır. Nedir peki 2010 sonrasını 1980-2010 arasından ayıran sınır. 2010 sonrası kuşak her şeyden önce televizyon ile büyümüştür. Oyun konsolları, internet kafeler, cep telefonları, mirc, msn derken sosyal mecralar bu kuşağın gençlik dönemlerinden itibaren karşılaştığı gerçekler olmuştur. Yeniliğe hızlıca intibak edebilme marifeti bu kuşağı kendilerinden önceki kuşakla ciddi manada ayrıştırmış, kuşağın öykücülerinde bu temalar yer bulmaya başlamıştır. Gelenekle bağını kurma anlamında masalsı metinler; ayrıksılık manasında underground, oyunsuluk, bu kuşağın öykü sınırlarında etkisini göstermiş, ironi kimi zaman aşırıya kaçmakla birlikte hâkim söylem biçimi olarak belirmiştir.
Taşra ile merkez arasındaki ayrımın neredeyse ortadan kalktığı 2010 sonrasında; taşralılık, kentin varoşlarına yönelim ve 90'lar nostaljisi ayrı bir eğilim olarak belirmiştir. Bu son eğilim belli oranda kendinden önceki kuşakla zihnî irtibatını devam ettirmeye çalışsa da esas itibariyle 2010 sonrası öyküsünü 80 kuşağının dişiyle tırnağıyla açtığı yoldan sapan fakat aynı zamanda mecrasını arayan bir tür diye nitelendirmek doğru olacaktır. 1980 kuşağını dişiyle tırnağıyla yol açan isimler diye tavsif ettik zira bu isimlerin Türk siyasal hayatının demir yumruk dönemlerinde gençliklerini geçirdikleri söylenebilir. 1980 darbesi ve darbeye giden kaos yıllarında 18-25 yaş arasında olan bu isimleri, biraz da içinden geçtikleri koşulların etkisiyle hikâyeyi sanata dolayısıyla öyküye evriltenler diye nitelendirebiliriz. Hikâyeyi görünürde politik sahanın dışına çıkararak hani deyim yerindeyse "sanat şahsi ve muhteremdir." mecrasına çeken 80 kuşağının öykü öykü içindir gibi bir anlayışın yerleşmesine katkıları olmuştur. Elbette bu durum kolaycılığa kaçılarak apolitik olma kılıfına sıkıştırılabilir fakat kuşağın siyasal mücadeleyi kültürel iktidar mücadelesine dönüştürdükleri göz önüne alınırsa apolitik oldukları söylenemez.
1980 sonrası dönemde, âdeta bir öykü dergileri ligi ortaya çıkmıştır. Bu ligde edebiyat ortamına yeni isimler kazandırma ve öykü türünde istikrar ölçüsünde mücadele verilmiştir. 80 kuşağının öykücüleri Adam Öykü'den başlayarak Hece Öykü'ye varana kadar çıkardıkları dergilerde önemli ölçüde öykücü yetişmesine katkı sunmuşlardır. Abdullah Harmancı, Kamil Yeşil, Zeki Bulduk, Mihriban Karatepe, Selvigül Kandoğmuş Şahin, Osman Koca, Güray Süngü, Hasibe Çerko, Aykut Ertuğrul, İsmail Demirel, Nuhan Nebi Çam, Handan Acar Yıldız, Emine Batar, Akif Hasan Kaya, İsmail Isparta, Naime Erkovan, Esra Demirci, Gökhan Yılmaz, Şule Gürbüz, Mahir Ünsal Eriş, Sema Kaygusuz, Ahmet Büke, Faruk Duman, Fadime Uslu gibi onlarca isim bu öykü dergilerinde yetişmişlerdir. Bu isimlere bakıldığında Adam Öykü ile başlayan son dönemde Notos'a evrilen mücadelesiyle Semih Gümüş ve Hece Öykü Dergisi'yle Hüseyin Su ligin istikrarlı mücadele veren isimleri olarak öne çıkmışlardır.
Menderes döneminde içe kapanan hikâye, II. Dünya Savaşı yıllarında varoluşçuluk ile birleşerek öykü denen türe dönüşmüştür. Sonuç olarak da bu kültürel başkaldırı, edebiyatta hâlâ etkisini devam ettiren kendi iktidar alanını da inşa etmiştir.
80 kuşağı öykücüleri, 50 kuşağının öykülerini bunalımcı, bencil, içine kapanık, mırıldayan, meselesiz öyküler diye nitelendirerek zeminlerini kurmaya çalışsalar da kendileri de öykülerinde bu "kusurlardan" tamamiyle kurtulamamışlardır. Bu da doğal olarak beslendikleri kaynakların 50 kuşağının öyküleri olmasıyla ilgilidir. Orhan Duru, Nezihe Meriç, Bilge Karasu, Tomris Uyar, Vüsat Bener, Adnan Özyalçıner, Füruzan, Rasim Özdenören, Demir Özlü gibi isimler hikâyenin kavşak noktasında bulunmuşlardır. Bundan sonrası ve öncesi gibi bir ayrım yapılacaksa ve hikâyenin öyküsünden bahsedilecekse, bu isimlerden sonra öyküden bahsetmek isabetli olacaktır. Zira bu isimler, Sait Faik'ten devraldıkları eksilti ve belirsizlik gibi modernist anlatının temel özelliklerini hikâyelerinin merkezi haline getirmişler ve dolayısıyla yazdıkları modernist kısa hikâyeleri, modernleşme sonrası hikâyelerden ayırmak için de 1980'den sonra öykü kelimesine sahip çıkmışlardır. 1950 kuşağının modernist hikâyelerinin ilk mecrası [a] Dergisi olmuştur.
Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Hilmi Yavuz gibi isimlerin çıkardığı [a] Dergisi 50 kuşağı öyküsünün mecrasını belirlemiştir. Gerçekliğin hem dış yüzü, hem iç yüzü olduğunu, gerçeğe bütün boyutlarıyla yaklaşılması gerektiğini düşünen bu isimler, bu anlamda varoluşçuluktan ve gerçeküstücülükten de yararlanmışlar, 1959 yılında Varoluşçuluk Özel sayısı yaparak Kierkegard,Sartre, Heidegger çevirileri yayınlamışlardır. Menderes döneminde özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünerek ona karşı bir gençlik hareketi olmak maksadıyla [a] Dergisi'ni çıkardıklarını söyleyen Adnan Özyalçıner, tıpkı 80 sonrasının kültürel iktidar arzusu gibi kültürel bir başkaldırı ortaya koymak istediklerini söylemiştir. Netice itibarıyla Menderes döneminde içe kapanan hikâye, II. Dünya Savaşı yıllarında varoluşçuluk ile birleşerek öykü denen türe dönüşmüştür. Bu kültürel başkaldırı, edebiyatta hâlâ etkisini devam ettiren kendi iktidar alanını da inşa etmiştir. [a] Dergisi çevresindekilerin 27 Mayıs'ı mutlulukla karşıladığını ve darbeyle özgürlüğün geldiğine hükmettiklerini göz önüne alırsak Menderes'in iktidarı döneminde inşa ettikleri öykü anlayışları sonraki dönemlerde de karşılık bulmuştur.
Özyalçıner, Evrensel'e verdiği bir söyleşide, 27 Mayıs darbesi olduğunda siyasetin, edebiyatın ve toplumun özgürlüğünü kutlar gibi siyasal ve sanatsal alanda özgürlüklere kavuştuk diyerek [a] Dergisi'nin özgürlük adı altında özel bir sayı çıkardığını söylemiştir. Bu isimlerin Menderes döneminde varoluşçuluğa uyarladıkları hikâye, 1960- 1980 arası "özgürlük" ortamında sosyalist gerçekliğe evrilerek bir yayılım göstermiş olsa da 12 Eylül öykünün 1950'deki sınırlara çekilmesine sebep olmuştur. 50 kuşağının Menderes dönemini özgürlüklerin kısıtlandığı bir dönem şeklinde nitelemesini göz önüne alırsak, modernist öykü; "kısıtlanmışlığın" toprağında zemin bulmuş ve 12 Eylül'ü yaşayan 80 kuşağının dergileriyle yaygınlık kazanmış bir tür olarak karşımızda durmaktadır. 50 kuşağının kendilerine dayatıldığını düşündükleri toplumsal normlara karşı, "uyumsuzluk" ve "iç çatışma" üzerinden bir kültürel başkaldırı diye niteledikleri hikâye anlayışı, kendilerinden önceki kuşakla biçimsel bakımdan ayrışırken burada çıkış noktası yine bir uyumsuz ve tutunamayan Sait Faik olmuştur.
Sait Faik'in kendinden önce bir isimle irtibatını kurmak mümkün müdür? O, Tahsin Yücel'in de ifade ettiği gibi biraz da kökü kendi bir yazardır. Yedi Tepe Dergisi'nde 1952 yılında Ercüment Tuncalp, Sait Faik'in hikâyelerinde insana dair her durumun bulunduğunu söyledikten sonra şunu ekleyecektir: "Hani hikâye derken de biraz kuşkulu değilim dersem yalan söylemiş olurum. Çünkü, belki birçok okurlarda, kesin olarak diyebiliriz ki, Sait Faik'in hikâye anlayışına uygun bir hikâye anlayışı yer etmiş değildir. Yahut da en iyimser görüşle henüz yer etmektedir." Tuncalp'in hikâye derken biraz kuşkuluyum dediği Sait Faik'le başlayan ve 50 kuşağının sahiplendiği bu gelenekleşmiş anlayıştan farklı olan "hikâye"ye artık hikâye demeyerek öykü demek de 80 kuşağına nasip olmuştur. Yaşar Kaplan Mavera Hikâye Özel Sayısı'nda Ataç'ın uydurduğu öykü kelimesine atıf yaparak iyi ki uydurdular şu öykü kelimesini demiş ve Sait Faik'le başlayan modernist hikâyeye öykü diyerek bir kavramlaştırma ortaya koymuştur.
50 kuşağının mirasını istemeden de olsa devralan 80 kuşağının etkisinin 2010'lara kadar sürdüğünü kabul edersek, 1950- 2010 arasında başı ve sonu belli olmayan 60 yıllık öykünün hikâyesini ortaya koymuş oluruz. 2010 sonrası öykü, bahsettiğimiz toplumsal sebeplerle 1980 kuşağının kurduğu zeminden ayrılmıştır. 1950 kuşağına zemin teşkil eden Sait Faik öyküsünü de bir önceki kuşağa bağlamak mümkün değildir. Hikâyeciliğimizin Ahmet Midhat Efendi ile başladığını Sami Paşazade, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket, Refik Halit, Sabahattin Ali'den sonra Sadri Ertemlerin merkezinde bulunduğu Vakit gazetesi çevresine kadar uzandığını göz önüne alırsak, Sait Faik sonrası 1950- 2010 arası dönemselleştirme, 2010 sonrasının ayrıksılığı sebebiyle öykünün mezar taşı kaydına mı dönüşecektir yoksa 2010 sonrası öykü, taşra-varoş üzerinden açtığı yoldan kendinden önceki kuşaklara mı bağlanacaktır bunu zaman gösterecektir.