Banliyö hattın son seferi
Şimdi her seçim öncesi partilerin adayları buralara gelip kahvehaneleri, dernek binalarını ziyaret ederek iki kare fotoğraf vermeden edemiyorlardı. Bir devir utandıkları, görmezden geldikleri mahalleler ile şimdi aidiyet emareleri göstermek ve gururlanmak için birbirleri ile yarışır olmuşlardı.
Sahildeki balıkçı lokantalarını yalnızca "Şöyle varmış, böyle bile yokmuş, ah amanmış, ne şahmış!" makamında dinledikleri bir nağmeler cümbüşü diye yazdılar havsalalarında; o ve bahçeli kahvenin kendi tabirleriyle "anti-Bizans masası"ndaki tüm ekip! Zira bir tren yolu geçiyordu ya sahilden, üzerinde banliyö hatları... İçlerinde sürgün pek çok hikâye. Son vagonundaki son kapının tutamağına yapışıp yetişmiş nice hayat... Tren yolunun altı ile üstü dahi fark ediyordu işte: Altı sahil üstü üç vardiya! Ellerindeki nasırlara baktı. Avuç içleri çatlamış, serçe parmağının yıllar önce kasnak kayışına sıkışıp kopan tırnağının üzeri de katılaşmış ve başka bir şey olmuştu. Bu manzarayı ellerini değil de zahir miadınca haddine yazılmış arz-ı hâl bir tabloyu izler gibi izledi. Bardağın dibinde kalan son yudum çayı da çekti. "İbrahim! Tabağa bıraktım 3 lira, dünden de bir çay vardı ya!" diye seslendi. "Tamamdır Yahya abi! Eyvallah! Yarın yeni oralet getircem, servisten inince uğra bak! Demedi deme!" diye mukabele etti ocakçı İbrahim. Vedalaştılar. Yahya eve gelince yenge sevindi. İlk günkü gibi buyur etti, hoş sefa sundu. Yahya elbiselerini değiştirdi, elini yüzünü yıkadı. Sofraya geçtiler.
Musa oğlan da ders çalışmış, kitaplarını toplamış, sofraya gelmişti. "Musa'm nasılsın, çok mu çalıştın bugün yine?" diye sordu Yahya abi. "Matematik çözdüm, Türkçe de yaptım baba. Kazanacağım sınavı inşallah!" diye cevap verdi Musa. "Afferin aslan oğlum! Kazanacaksın tabii! Allah muvaffak etsin! Yavrum benim! Her şey senin için bak! Sen yeter ki oku!" Tren yolunun alt tarafında kalan sahildeki mahalle sakinleri ilk zamanlar fark etmedi. Gördü de görmezden geldi üst mahalleyi. Aynı banliyö vagonunda yan yana rast gelmeleri ya da ayakta duracak kadar kalan son iki kişilik yere "Şu gelen müsait." diyerek birlikte sığıştıkları minibüslere binmeleri mümkün olmadığından... Tren yolunun üstü üç vardiya, altı üç kat müstakil hayatlar sürüp gitti. İlk yıllar mektuplar geldi gitti memleketten. Vefat haberleri "Anan hasta, baban baygın, emmin dargın, gel istersen." diye verildi gurbettekilere. Sonra arttı kasabadan buraya göçenlerin sayısı. Vakıa köy dernekleri dahi kuruldu. Cep telefonları, internet derken... Dernekler içinde de haberleşme bir nebze daha kolaylaştı.
Gel zaman git zaman alıştı memleketliler buralara. Yer tuttular. Yurt edindiler. Kimilerinin çocukları okudu. Kimileri patronlarla "iyi" geçindi de usta başı oldu, çocuğunu yeğenini de fabrikaya aldırdı. "Ekmek sahibi yaptı". Belki hayatlarında hiç duymadılar ya, hani onların dinlediği radyolarda çalmaz bir grup şarkısında "Neresi sıla bize, neresi gurbet..." diyordu. O iklime geldi bizimkiler. Bir vakit şehrin dışında kalan bu tek tük yığma taş nakışlı arsalar yeni mahalleler hatta ilçeler oluvermişti.
- Şimdi her seçim öncesi partilerin adayları buralara gelip kahvehaneleri, dernek binalarını ziyaret ederek iki kare fotoğraf vermeden edemiyorlardı. Bir devir utandıkları, görmezden geldikleri mahalleler ile şimdi aidiyet emareleri göstermek ve gururlanmak için birbirleri ile yarışır olmuşlardı.
"Musa Bey'in duruşması vardı, gelmek üzeredir." dedi sekreter Ayşe Hanım. O lahza kapı açıldı. "Hakkı Bey! Hoş geldiniz! Ne iyi ettiniz! Şu çantayı dosyaları bırakayım, hemen yemeğe çıkalım! Bugün başka duruşma kalmadı çok şükür. Dava beklediğimizden iyi geçti Ayşe Hanım. Müvekkilimiz zaten haklı, sonucu da alacağız inşallah." dedi Musa Bey.
"Hakkı Bey, ne tarafa gidelim, ne yemek istersiniz? Balık, et, sebze?" Hakkı Bey mahcup, "Sen nasıl dersen Musa Bey, bir çay içsek de olur. Ah baban ne iyi insandı. Bugün seni görse ne kadar gururlanırdı. Çok iyi insandı çok! Beni de çok severdi!" Lüks semtlerden birisinin sahiline inmeyi ve orada bir yerlerde yemek yemeyi teklif etti Musa Bey. Şöyle denizi de gören bir masaya geçtiler. Garson siparişlerini aldı ve yemekleri beklerlerken Musa Bey yekten sordu: "Nasıl oldu bu işler Hakkı Bey? Anlatın hele? Neredeyken ne oldu?" Hakkı Bey anlattı: "Bizim oğlan işte, hayırsız. Kazanmaya emek vermedi ki harcamaya acısın! Sen hatırlar mısın bilmem, bizim evlerin orada -sahildeki sitelerde- özel okulda okuttuk, lise özel, üniversite özel. Onu bile zor bitirdi ya neyse! Kıbrıs'ı İspanya'sı, İtalya'sı Rusya'sı, Tayvan'ı Japonya'sı Amerika'sı! Göndermediğimiz yer kalmadı! Okul diye gitti kumara yatırdı, iş diye gitti içkiye batırdı, mal diye gitti... mal oldu kaldı. En son geçenlerde yeni araba aldık buna. Gitmiş, bilirsin, rahmetli babanların oturduğu sizin eski mahalleye ayrılan kavşakta...
Tren yolunun alt tarafında kalan sahildeki mahalle sakinleri ilk zamanlar fark etmedi. Gördü de görmezden geldi üst mahalleyi.
Bir işçi servisine dalmış son sürat! Araba lüks olunca bizim hayırsız kurtulmuş da serviste bir kişi ölmüş, biri ağır üç-dört de yaralı var. Bizimkinin kazada tutulacak yeri yok. Tamamen hatalı. Ne yaparız bilmiyorum. Ne istersen veririm. Sahilde yeni evler yapılmış, kaç tane istersen al. Dubleks, tripleks seç beğen. Yeter ki bizi şu işten çıkar Musa. Şey yani Musa Bey..." Musa elindeki çatalı bıraktı. Bir yudum su aldı. Birkaç dakikalık sessizlik oldu. Hakkı Bey gerildi. Musa'nın yüzüne baktı. Ağzından ne çıkacağını sanki ferman hükmünü bekler gibi gözetmeye başladı. Musa: "Bu davayla ilgileneceğim, evet. Tamam. Fakat bu konuşmaları da davada kullanacağım Hakkı Bey! Hatırlar mısınız, Yahya Usta'nın yıllar önce fabrikanızda makinenin kasnağına sıkışıp da kopan tırnağını? Hatta o zaman hekimin dediğine göre, atar damara az kalmış ki Allah korumuş, bize bağışlamış babamı. O akşam hastaneden banliyö hattın son seferi ile dönmüştük eve.
İştir, kazadır hepsi olur, eyvallah, fakat hani sizin o vakit ambulansı bile çok görüp de "Yoldan geçen bir araca rica ediverin ya da vardiya servisini beklesin, bir şey olmaz. Rapor, adliye madliye uğraşamayız. Şimdi kaybedecek vakit yok, malları yetiştirmemiz lazım.
Para böyle zamanda kazanılır!" diye farkında bile olmadığınız o tırnaklar var ya. Ha işte o tırnaklar sizi burada benim karşıma oturttu! Tırnak deyip geçme Hakkı Bey, ne şerefli kuyular kazıyor da zerresinde helâl sular bulup ab-ı hayat oluyor bak..."