Balkonlu evler şehri Tiflis ya da üç “Kalın Türk”ün Gürcistan seyahati - 2

Balkonlu evler şehri Tiflis ya da üç “Kalın Türk”ün Gürcistan seyahati - 2
Balkonlu evler şehri Tiflis ya da üç “Kalın Türk”ün Gürcistan seyahati - 2

İkinci gün Tiflis Etnoğrafya Müzesi’ni geziyoruz. Şehrin anıt yapılarının ve geleneksel mimari örneklerinin nefis maketlerinin sergilendiği o muhteşem müzeden çok keyif aldığımız doğrudur.

Gürcistan’ın devasa bir Parlamento Binası var. Rustaveli Caddesi’nde yürürken keyifli sohbetler ettiğimiz yol boyunca nefis sokak mobilyaları ve çok güzel heykeller gördük kaldırımlarda. Parlamento binasının karşı çaprazında, Ulusal Müze’de Pirosmani Sergisi’ni görmeden gelmek evet, benim ayıbım. Keşke seyahatin planlamasına katılabilseydim. İkinci gece bile olsa bir Google taramasıyla olup bitene müdahil olabilseydim.

İttihat ve Terakki’nin eşitler arasındaki üçüncü lideri Cemal Paşa’nın 1922’de Tiflis sokaklarında vurulup kanlar içinde yatar haldeki fotoğrafı geliyor bugün gözümün önüne. O cinayetin izini sürebilirdim hazırlıklı gitseydim Tiflis’e.

Gürcü sanatının bugün dünya çapındaki en önemli ismi kabul edilen Pirosmani, 1918’de 56 yaşında sefalet içinde, izbe bir bodrumda ölü bulunmuş. Mezarı bile yokmuş. Nereye defnedildiği meçhul. Sağlığında anlaşılamamış bir büyük ressam. Sağlığında parasızlık yüzünden lokantaların duvarlarını, tabelalarını resmetmiş. Üstelik hiçbir resim eğitimi almamış. Uzatmayalım, bu gezinin en büyük pişmanlığı bu olsun. Liberty Meydanı’na yakın bir barın kapısı üzerinde gördüğüm; bir masada içkisini içen Pirosmani resimli tabela, ayrıca görmeye değerdi.

Mihmandar Tamar; Özgürlük Anıtı önünde yaptığımız keyifli sohbette Ortaçağ Gürcistan’ının ilk kadın hükümdarı Tamar’dan aldığı ismiyle övünüyordu. Hıristiyan’dı. Dindardı. Ancak kendi günahlarını affetmeye yetkisiz rahiplerin onun günahlarını çıkarmaya nasıl yetkili olduğu konusunda derin şüpheleri vardı. Tevbe Suresi 31. ayeti anlattım ona ve bunun kadim bir sorun oluşunu. “Hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rabler edindiler. Hâlbuki onlara, tek bir ilaha ibadet etmekten başka bir emir gelmemişti. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların eş koşmalarından münezzeh ve yücedir.” İslamcılığım tuttu… Anaerkil Gürcü kültüründe sanırım kadın, gücünü Kraliçe Tamar’dan alıyor. Bir de Kura Nehri kenarında Sololaki Tepesi’nde yükselen Gürcülerin annesi olarak anılan bir başka kadın heykeli Kartlis Deda var elbet. Geniş açık kollarıyla halkına kucak açan ülkenin bağımsızlık ve dayanışma sembolü olarak Gürcü milli kıyafetlerini giymiş devasa bir kadın figürüdür ki, Gürcü halkının hayat felsefesini yansıtır. Heykel, dost olarak gelenler için elinde bir şarap kâsesi tutmaktadır. Ancak düşman olarak gelenler için heykelin diğer elinde bir kılıç bulunmaktadır. Tiflis şehrine hâkim bir konumda bulunan Kartlis Deda, aynı zamanda tarihi hafızayı diri tutmaktadır. Şehir, birçok savaşla karşı karşıya kalmış ve zor zamanlarında kendisine gösterilen dostlukları unutmamıştır. Sırf bu heykeli görmek için bile Gürcistan’a turlar düzenlendiğini okudum sonradan. Bizim mihmandar Tamar, işin kolayına kaçıp bize bunları anlatmadı. “Savaş zamanlarında, geride kalan yaşlılara çocuklara sahip çıkan kadını temsil ediyor bu heykel.” demekten öte bir şey anlattıysa da ben hatırlamıyorum.

Uzun teleferik kuyruğuna girmeye cesaret edemediğimiz için şehrin her yerine hâkim Narikala Kalesi’ne çıkmaktan vazgeçiyoruz.

İçinden nehir geçen şehirleri hep sevmişimdir. Kura Nehri üzerinde kurulu Barış Köprüsü’nü geçerken köprü üzerine turistlerden bahşiş toplamak üzere ayaklarından bağlanmış bir sülüne “Şafak Hanım yakında gelecek ve seni kurtaracak.” diyordu Bayram Bey’imiz. Kura Nehri üzerinde turistik gezi tekneleriyle gezi yapmaya vaktimiz olsaydı keşke diyorum. Kitap Müzesi’ni görebilseydik. Yazarlar Evi’ni, 1903-1906 tarihleri arasında Stalin ve arkadaşlarının Proletarya Savaşı gazetesini çıkardığı Avlabari’deki bir evin altına kurduğu gizli yeraltı matbaasını görebilseydik keşke.

Gabriadze Kukla Tiyatrosu yanındaki Saat Kulesi’ni kalabalık bir Türk ve Çinli kafileyle birlikte izledik. Saat on ikiye geldiğinde on iki kez zangocun vurduğu çanın ardından, kuklaların geçit törenini izlemek bir hayli keyifliydi. Yine eski bir kilise ziyaretini, mihmandarımızın papazın huysuz olduğu uyarısıyla sessizce ifa ettik. Gürcü Patrikliği’nin önünde çektirdiğimiz fotoğraf Patriklikle ilgili sohbetler ve Tiflis’te kalan son Müslüman bakiyesi “Çift Mihraplı Cami” olarak bilinen “Cuma Mescidi” ziyaretiyle devam etti turumuz. Sünniler ve Şiiler burada 150 yıldır bir arada ibadet ederek birlik mesajı veriyorlarmış. Kafkasya genelinde Şii ve Sünni Müslümanların birlikte ibadet ettiği tek dini mekân olma özelliğine sahip caminin kapıları, her mezhebe açık olmasıyla tanınıyor. Bütün mezheplere mensup Müslümanların birlikte kullandığı güzel, şirin ve çinili bir mescit Cuma Mescidi. İçeriye girdiğimizde bir fotoğrafçı, bir manken kızın fotoğraflarını çekiyordu. Bir kenara oturup camiyi seyre daldığımızda Alper Bey’le sevgili Mevlana İdris’i yâd ettik. “Ne zaman bir yabancı ülkede, başka bir şehirde bir mescide girsek bir ilahi, bir Aşr okurdu Mevlana.” diyor Alper Bey. Hüzünleniyoruz. Bir Aşr okumak sözüm bâki olsun tekrar oraya gittiğimde.

Camiden çıkıp Abanotubani’de (Sülfür Hamamları Bölgesi) Narikala’nın hemen eteğinde şehrin en turistik bölgesi olan hamamlar bölgesine geçiyoruz. Bu bölgeden çıkan sülfürlü kaynak suları şehrin en önemli tarihi miraslarından. Sıcak, ılık yer anlamında Tibilisi, adını buradan alıyor. 13. yüzyılda İpek Yolu günlerinde bu küçük alanda 65 kadar hamam olduğu rivayet ediliyor. O yıllarda Tiflis’i ziyaret eden Alexandre Dumas ve Puşkin’in bu hamamlarda yıkandığı söyleniyor. Biz yıkanamadık. Neyse ki Âşıklar Köprüsü’nün üzerinden geçtik. Köprü üzerine âşıkların birbirine olan aşklarını ve bağlılıklarını simgelemek üzere bağlanmış ve anahtarları muhtemelen köprüden ırmağa doğru atılmış binlerce aşk kilidini seyrettik.

1966’da Sovyetler Dönemi’nde inşa edilen altı istasyondan oluşan yer altı metrosunda, bir duvarda bulunan dilek taşına dokunarak Bayram Bey’le benim için “Hürriyet, adalet ve müsavat.” dilediğimiz o anı gülümseyerek hatırlıyorum.

Tiflis’te yıllar sonra gördüğüm değişmeyen tek şey Kura Nehri üzerine yapılmış Kuru Köprü üzerindeki, özellikle cumartesi ve pazar günleri pek yoğun olan Bit Pazarı. Uzun süredir orada yaşayan bizim Zileli Yaşar ve İstanbullu Alper “Osmani” malları herkesten evvel fark edip Türk pazarına ulaştırdığı için Osmanlı mal arıyorsanız onlara müracaat edeceksiniz. Yıllar evvel de buraya birkaç kez gitmişliğim vardı ancak şimdilerde pek enteresan bir şeye rastlayamadım. O zamanlar nefis altın ve gümüş savatlı Çerkes kamaları, neredeyse birçok tezgâhta uygun fiyata satılırdı. Şimdi fiyatlar -çok fazla turist olduğundan- antikacı esnafı için cazip değil. Arkadaşlarla birkaç kez gittik pazara ve sadece birkaç şey alabildik. 170 lariye aldığım Sovyet dönemi üzeri ABD bayraklı Rusça yazılı bir Amerikan bisküvi kutusu, aldığım en ilginç şeydi. Köprünün eteklerinde parka doğru sokak ressamlarının resim sattığı tezgâhlar neredeyse hiç değişmemişti. Nehrin karşı yakasında girdiğimiz bir sahaftan satın aldığım 932 Moskova baskısı bir Nazım Hikmet kitabı biraz olsun keyfimi yerine getirdi.

Sevgili dostumuz, mihmandarımız Mustafa Tabakoğlu’yla yaptığımız füniküler ve teleferik turları, Tiflis’e tepeden baktığımız o vakitler tek kelimeyle muhteşemdi.

Hele o bir akşam vakti Gürcü yemekleri yediğimiz muhteşem restoranda, sağımız solumuz envai çeşit Gürcü şarabı iken bizdeki moderatörlüğün benzeri bir Gürcü geleneğini “Tamada”yı dinlediğimiz o sohbeti unutmak ne mümkün. İçki masasında erkek bir lider oluyor ve o ne için içileceğini ilan ediyor. İnsanları kaynaştırıp keyifli sohbetler açıyor, eğlendiriyor. Bu arada Gürcülerde sekiz bin yıllık bir bağcılık ve şarap imal geleneği varmış 500’ün üzerinde üzüm çeşidi varmış onu öğreniyoruz. Mis kokulu meyveler turistik bölgelerde pek pahalıydı, Bayram Abi şahidim.

Bir gezi yazısı için sözü fazla uzattığımı biliyorum lakin kitap meraklıları için sokak kitapçıları birçok yerde tezgâh açıyor Tiflis’te. Türk mahallesinde denk geldiğimiz, sıcak Türk çayı içebildiğimiz bir Türk pastanesini sayesinde keşfettiğimiz eski kitapçı Rizeli ağzı bozuk abiyi unutmak ne mümkün. Ağzı bozuk abinin yanında çalıştığı bir başka Türk’ten yediği kazığı anlattığı sohbete, Alper Bey’in nasıl tahammül ettiğine ise hâlâ şaşıyorum.

Gori’deyiz. Stalin’in doğduğu yerdeyiz. Sovyet Komünist Parti Genel Sekreteri Josef Stalin’in ölümünden birkaç yıl sonra 957’de açılmış Stalin Müzesi.
Gori’deyiz. Stalin’in doğduğu yerdeyiz. Sovyet Komünist Parti Genel Sekreteri Josef Stalin’in ölümünden birkaç yıl sonra 957’de açılmış Stalin Müzesi.

Batum yolundayız. Türkiye’ye dönmek için acele ediyorum. Kafamda deli sorular. Tren yolculuğundan yana tercihim lakin tren bileti yok. Otobüs yolculuğu, hayır. Berber Mahmud’un önerdiği Türkiye’den gelip korsan taksicilik yapan adamlarla gitmek mi? O da olmaz. Alper Bey yine kurumsal bir sistemden bir taksi ve İngilizce bilen bir şoför ayarladı. Şoförümüz 35 yaşlarında yakışıklı bir oğlan. Mahmut’tan bozma Mamia adı. Gürcistan’da yaşayan Müslümanlar, çocuklarına bir Müslüman bir de gâvur adı veriyorlar. Çocuklar okulda arkadaşları tarafından rahatsız edilmesin diye ikinci bir Hıristiyan isim veriyorlar anlayacağınız. Bunu yıllar evvel Batum Cami yanında duran bizi her bir yere götüren taksicimiz Murat’tan dinlemiştim. Umarım yaşıyordur. 2015 model Ford Fusion aracımız. Mamia, Amerika’dan getirtmiş arabayı. 7000 dolar ödemiş, 1000 dolar masraf etmiş. 8000 temiz. Mis Murat Abi’nin deyimiyle “Misss.” Gori’ye doğru yol alıyoruz. Arada çevirmenimiz Alper Bey, şoförün anlattıklarını arka koltuktaki iki ümmi köhne füruğa (eskici) tercüme ediyor.

Gori’deyiz. Stalin’in doğduğu yerdeyiz. Sovyet Komünist Parti Genel Sekreteri Josef Stalin’in ölümünden birkaç yıl sonra 957’de açılmış Stalin Müzesi. “Adam başı 60 lari (755 Türk lirası 10 kuruş) bilet parası ödeyerek girdiğimiz müze acaba Sovyet döneminde de ücretli miydi?” sorusunu sormadan edemiyorum. Onu da siz bulun. Büyük bir bahçenin içinde inşa edilen müze, Sovyetik mimarinin güzel örneklerinden. Önde Stalin’in doğduğu ev, üstüne yapılan güzel bir koruyucu çatı ile korunmuş. İki oda bir bodrum “Burada doğan bir adam komünist olmasın ne yapsın?” dedirtiyor ilk bakışta. Stalin Gürcü. Sivas Sivas olalı Timur’dan çektiği neyse, Stalin’den çektiği de o aslında Sovyet halkının. Google’da “Stalin ne kadar adam öldürdü?” diye arama yaptığınızda karşınıza çıkan şu; “Stalin döneminde; 3 ila 20 milyon insan çalışma kampları, zorunlu kolektivizasyon, kıtlık ve yargısız infazlardan dolayı ölmüştür...” Google’ın yalancısıyım. Bol bol fotoğraf çektim Stalin Müzesi’nde. Bahçesinden kızım Rachel ve sevgilim için iki gonca gül kopardım nedenini ben de bilmiyorum.

Yazmak istediğim çok şey var aslında ya Kutaisi’ye doğru yol alalım. Sindirim için Borjomi mineral suyundan daha iyi bir tercihi olan varsa buyursun söylesin...

Kutaisi’de de çok güzel vakitler geçirdik. Yine şehrin yamaçlarında bir kilise azmanı Katedrale uğradık. Anlayacağınız gezmedik şapel, kilise ve katedral bırakmadık Gürcistan’da. Allah affetsin. Alper Bey’le seyahatin en güzel sohbetlerinden birini Kutaisi’de o katedralin gölgesinde zar zor tırmandığımız surlardan birinde yaptık. Aşk, ihtiyarlık, ölüm...

Can sıkıcı bir trafik, geciken bir Batum. Molada aldığımız tatlı çörekten tırtıklaya tırtıklaya, arada sevgilisiyle yaptığı telefon sohbetleri yüzünden Mamia’nın kaza yapmaktan endişe ede ede, yeni aldığı 8000 dolarlık arabasının kabiliyetlerini test ede ede yan yollardan bir şekilde giriyoruz Batum’a. Yıllar önce üç dükkândan biri kumarhane idi Batum’da. Görünen o ki şimdi üçüncü dükkânlar döviz bürosu olmuş. Anneme uğrayıp hayır duasını almak, kızıma sarılıp hasret gidermek üzere ayrılıyorum arkadaşlardan Batum’da…

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım