Bak Aya, hazihi'd dünya!
Çığlıklar, kahkahalar atarak oynayan çocukların yanından biraz da küskün bir şekilde geçip giderken, birden onu fark ettim. Sabahtan beri çektiğim bunca eziyeti anlamlı kılacak o küçük şey, tam karşımdaydı. Solmuş, pek çirkin elbisesiyle bankta oturuyordu. Nihayet talihim dönüyordu galiba.
Yaptığım onca maskaralıktan sonra, hâliyle Arapça dersine bir daha gitmek istemedim. Arkamdan neler söylendiğini çok iyi tahmin edebiliyordum. Nuran Davud Hoca, öğretmenler odasında bir anda nasıl olup da çıldırdığımı, deli deli bakan pörtlemiş gözlerimi, sinirlendiğim zamanlarda bir türlü hâkim olamadığım büyük ellerimi, ayarsız sesimi canlandıra canlandıra defalarca anlatmıştı. Böyle olmuş olmalıydı. Çünkü hep böyle olurdu yani.
Amma velakin, Nuran Hoca beni şaşırttı. Bırakın dedikoduyu; üç hafta sonra katılmak zorunda olduğum bir toplantı yüzünden yeniden karşılaştığımızda, o feci akşama dair minicik bir şey dahi hissettirmedi bana. Şimdiye kadar, hakkımdaki dedikoduların Fatih’i birkaç kere turladığını düşünürken, bu delikanlı kadının tavrı öyle şaşırttı ki beni. Üstüne bir de toplantı boyunca etrafımda pervane olup “Azizetiy, Seyyidetiy, Habibetiy” diyerek sürekli bir şeyler ikram edince iyice mahvoldum tabii.
Toplantı bitip de ayrılma vakti geldiğinde onca itirazıma ve her katta dönmesi için yalvarmama rağmen, Nuran Hoca tam tamına altı kat merdiveni bizimle birlikte indi ve kapıda da hepimizle tatlı sözlerle vedalaştı. Bense mahcubiyetten ne dediğimi pek de bilmez bir hâlde saçmalayıp duruyordum. Derken sıra bana geldi, ben de diğerleri gibi “Maasselame” demek için ağzımı açmıştım ki, Nuran Hoca şak diye kapıyı örtüverdi.
Daracık kapı girişinde, hocayla yalnız kalmıştım. Gözüne far tutulmuş tavşanlar gibi donmuş bakıyordum ki Nuran Hoca sıkıca omuzlarımı kavradı ve gayet anlaşılır bir Türkçeyle; “Yarınki geziye muhakkak katılmalısın. Yoksa mülakatta çuvallarsın!” diye kızmaya başladı. Çuvallamak mı? Nuran Davud Hoca çuvallarsın demişti bana! Yani sekiz ay öncesine kadar Türkçenin T’sinden habersizken, her ortamda anlatılamayacak türlü eziyet ve sıkıntılar çeke çeke Türkiye’ye girebilmiş zavallı bir kadın…
Ertesi sabah bodrumlardan, kömürlüklerden, yıkılmasına ramak kalmış viranelerden tek tek toplandı çocuklar. Hiç kaybolmayan neşeleriyle otobüslere doluşuverdiler.
Nuran Hoca birazdan fethedilecek toprakları ordusuna işaret eden kumandan gibi coşkun bir şekilde konuşuyor da konuşuyordu. Ama ben o ordunun askeri değildim ki. En nihayet, “Akletmiyor musun?” diyerek başıma küçük fiskeler atınca kendime gelir gibi oldum. Ve kulağıma İnek Şaban kılıklı Swar Şuayib’i aynı tavırlarla ayıplayan Ahmed Şukari’nin o keskin Hicaz ağzıyla “ente fekkir” deyişleri gelip takıldı. Aklında saklanacağı çukurdan başka bir şey olmayan tavşancık hâlinden sıyrılıverdim. “Çok utanıyorum, nasıl olacak ki bu iş?” diyebildim. “Çocuklarla konuşacaksın. Ne utanmasından bahsediyorsun? diye soruma soruyla karşılık verdi Nuran Hoca. Açıkçası şimdiye kadar Suriyeli çocuklarla konuşmak diye bir problemim hiç olmamıştı. Çünkü hepsi de buraya geldikten sonra en fazla bir -iki ay içinde sular seller gibi Türkçe konuşurlardı. Sen “Men haza?” diyene kadar onlar, “Bu adam savaştan önce Halep’in en zenginlerinden biriydi. Çarşıya düşen bir bomba tüm malını mülkünü ve vücudunun yarısını alıp götürdü. Şimdi Malta Çarşısı’nda, hemen Fatih Camii girişinde zencefilli şerbet yapıp satarak altı çocuğuna bakıyor” diyorlardı. Bu kadar kolaydı onlarla anlaşmak işte. Nuran Hoca’dan paçamı kurtarıp da eve vardığımda iyice aklıma yatmıştı çocuklarla Arapça konuşmak fikri. Düşündükçe çocuklarla beraber geçireceğim dört saatlik Arapça sohbetten korkmamaya başladım.
Ertesi sabah bodrumlardan, kömürlüklerden, yıkılmasına ramak kalmış viranelerden tek tek toplandı çocuklar. Hiç kaybolmayan neşeleriyle otobüslere doluşuverdiler. Hemen tanıdık bir iki çocuğa “keyfe hâl” demeye çalıştım. Çocuklar anladılar durumu “İyidir. Sende ne var ne yok?” diyerek, sabaha kadar ezberlemeye çalıştığım harikulade kelimelerimi ağzıma tıkayıverdiler.
Derken otobüsler gezi programının ilk noktasında durdu. Kapılar açılır açılmaz da çocuklar haftalardır kapalı tutulmuş kuzular gibi çimenlere, ağaçlara saldırdılar. Ben de arkalarından öylece bakakaldım. İyice heveslerini alsınlar diye konuşma pratiğimi sonraki durağa erteledim. Otobüsün ikinci durağı bir müzeydi. Bu sefer işi sıkı tutacaktım. Acımak yok dedim kendime. Konuş! Sor! Israr et! Vakit ilerliyordu. Biraz da panikle, bir iki gruba yanaşıp sohbet açmak için resmen kendimi paraladım. Çok geçmedi, çocuklar önce kendilerini tutmaya çalışsalar da sonradan bayağı bayağı güldüler. Bu hadise, tam tamına yedi kere başıma geldi.
Otobüse yeniden döndüğümüzde, acılı yazgımı değiştiremeyeceğime iyice kani olmuştum. Canım sıkkın olduğunda hemen yüzüm düşer. Bu sefer de öyle oldu. Hâlime acıyan birkaç çocuk yanıma gelip teselli etmeye çalıştılar. Annesiyle beş kız kardeşi Hatay’a gönderildiğinden beri dayısının yanında barınmaya çalışan, ancak evin kadınları istemediği için dışarlarda yatıp kalkan on yaşındaki Vail bile, “Takma kafana abla yaaa” diyerek kocaman gülüşüyle moral vermek için didindi durdu.
Çığlıklar, kahkahalar atarak oynayan çocukların yanından biraz da küskün bir şekilde geçip giderken, birden onu fark ettim.
Maalesef gezinin üçüncü son durağı da çocukları kesmemişti. Hâlâ deliler gibi koşup zıplıyorlardı. Çığlıklar, kahkahalar atarak oynayan çocukların yanından biraz da küskün bir şekilde geçip giderken, birden onu fark ettim. Sabahtan beri çektiğim bunca eziyeti anlamlı kılacak o küçük şey, tam karşımdaydı. Solmuş, pek çirkin elbisesiyle bankta oturuyordu. Nihayet talihim dönüyordu galiba.
Gözleri dolmuş, dudakları titriyordu. Kaçmasına izin veremezdim. Sıkıca elini tuttum.
Kuşkusuz onunla Arapça konuşabilir ve ezberlediğim bütün cümleleri de güzelce dinletebilirdim ona. “Merhaban, merhaban! Habibetiy!” diyerek miniğin yanına zıplayıverdim. Hâliyle bayağı bir korktu. Son şansımdı o. Şimdi bunları yazarken bile utanıyorum ama gözüm dönmüştü resmen. Korkudan top gibi büzülmüş ufaklığın karşısında ayaklı bir Arapça-Türkçe sözlük gibi kelimeleri saçıp savuruyordum etrafa. Arada bir onay almak için de dönüp ona bakıyordum. Gözleri dolmuş, dudakları titriyordu. Kaçmasına izin veremezdim. Sıkıca elini tuttum.
Elimin içindeki sıcacık küçük elin, korkudan ölüp bittiğini hemen fark etmiştim. Fakat artık durum iradem dışında bir yerlere doğru akıyordu. Kendimden geçmiş bir hâlde ağaçları, taşları, kuşları, kedileri, insanları işaret ederek Arapça cümlecikler paralıyordum. Her acayip cümlem, miniği daha da fena yapıyordu. Ama ben durmuyor, yarı Türkçe yarı Arapça ve ne olduğunu benim de bilmediğim tuhaf şeyler söylüyordum. Arada da el kol işaretleriyle sıra sende, diyordum. Fakat aldığım cevap hep sessizlik oluyordu. Elimin içindeki korkmuş elin sahibi beni istemiyor ancak ne ağlıyor ne de bağırıp çağırıyordu. Başı önde, küçük adımlarla bana uymaya çalışıyordu. Derken parkın bir köşesinde minik birden kıpırdandı. Tanıdık birilerini fark etmişti.
- Çok geçmeden etrafımızı kızlar sardı. Sonra dört bir yana “Kamar! Kamar!” diye seslendiler. Bizim küçüğe ikizi kadar benzeyen beş parmak daha uzun bir kız, isteksizce yanımıza yanaştı. Arkasından da pek süslü iki kız daha.
Eğlencelerinin bozulmasına bayağı içerlemiş gibiydiler. Üçü birden söylenmeye başladılar. Aşırı ciddi yüzüyle Kamar, canı sıkkın bir şekilde küçüğün boştaki elini tutup kendine doğru çekti. Bizimki de hemen o tarafa doğru meyletti tabii. Fakat ben hemen kendime doğru çekiverdim. “Çocuk bende” dedim. “Siz gezmenize bakın, ben onunla ilgilenirim” Kalabalığı görünce meraktan yanımıza gelen öğretmenler dâhil herkes sevindi.
Asık suratlı Kamar’ın yüzünde bile sanki bir hareketlenme oldu. Teşekkür ederek yanımızdan ayrılıyorlardı ki küçüğün adını sormak aklıma geldi. Her zamanki gibi Vail yardımıma koştu. Kızın hikâyesini bir çırpıda anlattı. “Abla bu kızın adı Aya. Kamar’ın kardeşi. Hiç konuşmaz. Babasıyla ağabeylerini gözünün önünde öldürmüşler. Okula geliyor ama biz de hiç sesini duymadık valla.”