Bahtsızlığın büyük bahtı: Tanpınar

Bahtsızlığın büyük bahtı: Tanpınar
Bahtsızlığın büyük bahtı: Tanpınar

Tanpınar’ın öykücü beyni, tarih bilgisiyle sanat duyuşunu, hasbi yaşantıyla hayatın binbir cilveyle ışıyışını derinden daha doğrusu “deruni ahenk” ile yoğurmaya yatkındır. O sadece Yaz Yağmuru, Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndaki öyküleri yazdığı için böyle değildir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Paris’e gecikmesi; Türkiye’nin Batı’ya gecikmesidir. Eğer, Paris’e ilk giden kuşak Tanpınar çapında olsaydı talihimiz başka bir yıldızda şekillenebilirdi. Hayranlıkla şaşkınlık arasında bocalayıp kendine dair pek bir şey geliştiremeyen ilk gidenlere nazaran Tanpınar’ın hayreti de şaşkınlığı da bir özgün yorum olarak bize değer olarak geri dönmüştür. Onun şahsındaki talihsizlik; metaforik bir cevher şekliyle bahtımızın açılması, diye de yorumlanabilir. Doğu ile Batı arasına sürekli sıkışmaktan bir an kurtulur yaratıcı yorumun katına yükseliriz onun eserleri sayesinde.

Orhan Okay, abidevi çalışması Bir Hülya Adamının Romanı’nda Tanpınar’ı bütün çehresiyle kuşatır. Hayatının pek çok detayına oradan erişmek mümkündür. Okay’ın kitabına “roman” ifadesi koyması boşuna değildir. Tanpınar’ın romancılığı kadar roman olmaya uygun hayatı ve kişiliği böylece imlenmiş olur. Ayrıca Okay her zaman Tanpınar gibi bir yazar olmayı hayal ettiğini vurgular yer yer. Çünkü roman bize sadece edebi bir tür değil, adeta bir varoluş araştırması, savunma cephesi olarak da gelir. Sanayi Çağı sonrası toplumlar biraz da roman sayesinde şekillenirler. Özellikle Batılılaşma döneminin pek çok ilk yazarı için roman, bir kürsü vazifesi görür. Zaten Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da hem geçmiştekiler hem de yakınlarından ayıran, koparan husus her tür kürsüyü reddetmesidir. Tanzimat’ın yüzüncü yılı dolayısıyla kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’ne profesör olarak atansa bile hiçbir zaman bu kürsüye kurulmaz. Maraş mebusu olarak Meclis kürsüsünde bir meraklı olarak görmeyiz onu. Boheme yatkın bir salon adamı olarak yaşamaya daha meyillidir ama parasızlık ve kadınsızlık başta olmak üzere pek çok cemiyet icadı olgu onu inadına talihsizliğine doğru çeker. Bir sevgi ve sevda adamı olduğuna hükmetmek için Huzur’a bağlanmak yeterli midir tartışılır fakat en azından günlüklerine bağlanarak sevilmeme talihsizliğine uğratıldığını söylemek mümkündür. O sevilmedikçe, kenarda tutuldukça esere durur, dil ve yorum talihinin çatısına çıkar.

Yazılarının bir yerinde, ailesiyle beraber Antalya’ya gidişlerini ve denizle karşılaşmasına yer verir Tanpınar. Denizle kara arasında kaldığında tercihi elbette sudan yana işler ve yaratıcılığı bir yüksek dalga olarak kültürün kıyılarında patlar. Karadan kurtulup Akdeniz’i gördükleri an, Tanpınar heyecanlandığını ve belindeki silahı çıkarıp havaya ateş ettiğini söyler. Babasının bu hareketine karşı tepkisi tokatlamak olmuştur oğlunu. Edebiyatımızın hâlâ önemli poetik metinlerinden sayılan “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup”ta, Abdullah Efendi’nin Rüyaları yazarı deniz ve burada geçen çocukluğu hakkında önemli detaylar sunar. Fakat, deniz ile baba ilişkisi pek kurcalanmamıştır. G. Bachelard’ı sevdiğini bildiğimiz Tanpınar, Su ve Düşler konusunda yeterince teorik düşünceye da sahip olur zamanla. Yahya Kemal’i şair kılan Açık Deniz’i yedekte tutarak, Tanpınar’ın deniz dolgusunu Yahya Kemal ve baba miti üzerinde kurma iştiyakı da aşı tutmaz. Dıştan sonuna kadar bağlıdır babasına (Y. Kemal) hatta onun hakkında en kalıcı metinleri yine o üretir. Fakat günlüklerine başvurulduğunda, babanın nereden yara aldığı, “Zavallı Yahya Kemal” nitelemesinin Tanpınar’ın çemberinde kaldığı ateşin derecesini göstermesi bakımından çarpıcıdır. Tanpınar, bir iştiyak adamı olduğu için hesabı kitabı bilmez. Ömür boyu peşine düştüğü şairlik ülküsünün temelinde de bu vardır. Şiir yine onun en bahtsız yanıdır. Bir türlü olmak istediği şair olamaz. Duyarlığının ve estet zihninin güncelliği buna müsait olduğu halde sosyal referansları onu yalnız bırakır. Şiiri şekilde arama talihsizliği yakasını bırakmaz. Eğer günlüklerinde yakaladığı yeni ve modern sentaksı şiirlerine akıtabilmeyi başarsaydı modernist bir şair olarak parlaması mümkündü. Şiirden düşen Tanpınar, romanda yükselir.

Yazılarının bir yerinde, ailesiyle beraber Antalya’ya gidişlerini ve denizle karşılaşmasına yer verir Tanpınar.
Yazılarının bir yerinde, ailesiyle beraber Antalya’ya gidişlerini ve denizle karşılaşmasına yer verir Tanpınar.

Doğu ve Batı salt birer kristalize olmuş imkân olarak değil, daha çok birer kavga cephesine dönüşür bizde. Doğucu ve Batıcıların sayıca niteliksizliği tarihsel bir talihsizliktir elbette. Osmanlı siyasal, ekonomik ve dinî yaşantısının bireyi bastıran klasik yapısı insan zihninin ferdî ve bağlantısız gelişmelerine set çeker. Devlet kadar cemiyet de alabildiğine buyurgandır. Sermaye ilişkilerinin geçmişe bağlandıkça göreceli tutarlılığı geleceğe baktıkça çatırdar. Türk unsurların arasından güçlü bir sermaye oluşumuna karşı hassastır Osmanlı. 2. Abdülhamit’in duygusal bir refleksle Yıldız’da tuttuğu Söğüt orijinli askerler, Arnavutlar karşında ardıl yaratamazlar. Hanedanın paniği düşünce yaratımına doğru değil, mevki ve iktidar refleksi olarak gövdelenir. Tanzimat sonrasında kimin hangi kanadı tam bilip eleştirdiği de hayli muğlaktır. Hele ideolojik cepheler ileride, solculuk, Sosyalizm, Marksizm, Milliyetçilik, İslamcılık ve muhafazakârlık şeklinde saçaklanınca, Tanpınar’ın talihsizliği bir kez daha büyür. Kimin hizasındadır bu bağlamda Tanpınar? Büyükada’da İsmet İnönü ile yaptıkları görüşmede İnönü’nün elini öpen Tanpınar; onda Orhan Gazi cinsinden bir devlet adamlığı gördüğünü yazarken, “Bursa’da Zaman” şiiriyle ebediyen çelişir. Erzurum Lisesi’nde öğretmen iken Atatürk’ün ziyareti sırasında birkaç dakikalık şansla ömrünün çark değiştirdiğini yazan da kendisidir. Burada, Mustafa Kemal ile yapacağı görüşmenin talihini mutlak değiştireceğine ve Avrupa’ya tam istediği zamanda gideceğine inanır. Baba (Y. Kemal) erken yaşta Avrupa’ya gidip de Süleymaniye’yi “Hendeseden Bir Abide” zannetme sürecini tecrübe etmişken, o, daha ilk gençliğinden itibaren Beş Şehir’i yaratan kültürel bağlanmaların derinliği içindedir. Beş Şehir, Selçukludan çıkarak Osmanlıyla sarmalanan ve Cumhuriyet’e bağlı bir süreklilik sunar. Ne var ki Cumhuriyet ve onun seçkinleri Tanpınar’ı benimsemezler tam. Mektuplarında Cumhuriyet güçlülerine yalvarma talihsizliğini yaşayan odur. Cumhuriyet elitlerinin jakoben ve sınıfsal dürtüleri Tanpınar’ın katmanını kendisinden görmez.

Tanpınar’ın öykücü beyni, tarih bilgisiyle sanat duyuşunu, hasbi yaşantıyla hayatın binbir cilveyle ışıyışını derinden daha doğrusu “deruni ahenk” ile yoğurmaya yatkındır. O sadece Yaz Yağmuru, Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndaki öyküleri yazdığı için böyle değildir. “Erzurumlu Tahsin” hikâyesini yazma bahtı her faniye nasip olmaz. Yazı olunca mutlak bir iç çalışkanlık sahibi Tanpınar, yazma mesaisi olunca dağınıktır. Bunu hayata ve ev merkezi kaymış bir yaşama biçimine bağlamak mümkün mü? Yine de Mahur Beste, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur az emekle kotarılacak işler olmayıp On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi teklifleriyle Türkiye’nin zihni çıtasını imler. Hem Mahur Beste hem Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Tanpınar’ın zihni bütün muzip ve muzır imkânlarını devreye sokar. Şiirler, denemeler, öyküler ve romanlar boyunca onun arayışları, Türkiye’nin oluş niteliğini yüklenir. Ne var ki 1970’ler hatta 1980’ler sonrasını beklemek gerekir onun “Sükût Suikasti”nden kurtulmasını beklemek için. Fakat bu kurtuluş ister istemez anakronik bir yığılmadır. “Türkiye beni yedin bitirdin.” cümlesini çoktan kurmuştur. “Kırtıpil Hamdi” lakabıyla damgalanan “Ne İçindeyim Zamanın” şairi. Evet o Türkiyeli fakat Türkiyesiz bir geniş zamanın aralığında salınıp durma kaderine uğramıştır.

“Kökü bende bir sarmaşık” mısraı var “Ne İçindeyim Zamanın” şiirinde. Sarmaşığın sarıldığı gövdeyi yok ederken kendi canını yeşerttiği düşünülüp Arapçadaki aşk ile sarmaşık irtibatı hatırda tutulduğunda bu mısraın trajedisi daha bir duyulur olur. Gövde başka bir özne değil, Tanpınar’ın tam da kendisi diye yorumlanabilir. O, esere durdukça hayatı, çok hak ettiği nitelikli yaşama hakkı elinden kayar. “Evlatlarına kıymakta” oldukça cesur davranan Türkiye, alkışçı, üleşçi, kabız ve vasat ülkücülerine sahip çıkmakta çok cömerttir. Bir yaratma trajedisinin içinde, Tanzimat’tan bu yana geçen çok uzun, Cumhuriyet’ten bu güne bir asırlık zaman içinde, her ikisini de kurak ve kendi kendinin çıkmazı olmaktan çıkaran Tanpınar benzeri yaratıcıların talihsizliklerinin bir tarihsel talih olarak ortamızda ışımasıdır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım