Bahar sonu
Açtım. Son paramdı. Yetmiş beş bin liraya gözleme satılıyordu insanın dinlenmesinin imkânının olmadığı Aksakallar Dinlenme Tesisi'nde. Yirmi bir yıllık kişisel tarihimin sıfır noktasındaydım. Dünyanın ortasındaydım. Ulumak bir çözüm olabilirdi.
Kılıcımın yakutlarla bezeli kabzasını kavradığımda hissettiğim soğuk güven yerini yavaş yavaş terli bir tedirginliğe bırakıyordu. Kasyun'un eteklerinde can havliyle kendimizi içine attığımız bu küçücük mağarada gizlenmemizin imkânı yoktu.
Sen bana sormazsın elbette ama bana sorarsan kılıcı beline takıp mesela Yemen'e doğru sür atını. Hiç durmadan, mola vermeden mahmuzla. Belki böylece bir şansın olur" demişti.
Nefesimi düzenlemeye çalışıyordum şimdi. Kalbimde büyük bir orkestra, en görkemli konserini veriyordu. Mariva'ya dönerek "korkma, kurtulacağız" dedim. Mariva, karanlıkta bile fark edilecek kadar mavi gözlerini kocaman açtı. "Korkma, kurtulacağız" demem elbette hiçbir işe yaramamıştı. Köpek havlamaları yaklaşıyordu. Sanki korkumu bastırmak mümkünmüş gibi hem kılıcın kabzasını sıktım hem de diğer elimle tuttuğum Mariva'nın elini. Terlerimiz birbirine karıştı avuç içlerimizden. "Rab çobanımdır" diye fısıldadım mağaranın küçük girişine doğru. Çifte su verdikten sonra kılıcı üç gün batımı bekletip dördüncü gün batımında Davud tılsımıyla sırlayan Harut usta "seni yaşatmazlar evlat, gökte ay ışık verdikçe, yerde su toprağa karıştıkça vazgeçmezler kokundan. Takipleri bitmek bilmez. Önünde sonunda zayıf düştüğün anı kollayıp geçirirler olmaz olası dişlerini.
Sen bana sormazsın elbette ama bana sorarsan kılıcı beline takıp mesela Yemen'e doğru sür atını. Hiç durmadan, mola vermeden mahmuzla. Belki böylece bir şansın olur" demişti. Sakalını eski Babil savaşçıları gibi ören, hep az konuşan, canının istediğine demir dövüp kılıç yapan Harut'u dinleseydim canımı kurtarabilirdim belki de. Mariva ne olacaktı peki? Onu orada, Ejderha Kalesi'nin zindanında bırakıp Yemen'e, Hind'e, Sind'e, Çin'e gitse bile tam burada, Şam'da kalmış olacaktım sonsuza kadar. "Rab çobanımdır" dedim tekrar. Mariva'ya döndüm. Bir şey söylemeli, bir umut vermeliydim. "Birazdan muhtemelen kalbimi sökecekler," dedim ona. Sesim şimdi deminkine nazaran daha güçlü, daha güven verici geldi bana. "Kalbimi söktüklerinde bil ki o senindi. Bu göğsün altında atarken de senindi. Onu kesip aldıklarında da senin olacak. Köpekler çiğneyip tükürseler de senin olacak. Senin için yaşamayı başaramadım, ama senin için ölmeyi başaracağım."
Mavi gözlerini kocaman açan Mariva, bu son derece gereksiz romantik tiradı, tam da kendisinden beklediğim gibi gözyaşları içerisinde dinleyip boynuma sarıldı. "Korkuyorum Razvan" diye fısıldadı kulağıma. "Korkma" dedim. Sarılma, ikimizin de sıcaklığı aynı seviyeye gelene kadar uzadı. Bir an, sadece bir an Mariva'nın gözyaşıyla tuzlanmış dudağının ıslaklığını yanağımda hissettim. Biraz geri çekilip yüzüne baktım. İlk hamle Mariva'dan geldi. Ölümden önceki son iştahla dudakları, dudaklarımı buldu. Seneler önce Harran çarşısında yaşlı bir kadın satıcının tatmam için uzattığı olgunlaşmış kirazın tadıyla doldu ağzım. Sert, amansız bir acı hissettim aynı anda kalbimde. Başımı geriye attım. Mariva da birkaç adım çekildi. Gömleğimden aşağı sıcak bir sıvı sızıyordu. Saydam, renksiz sıvının kalbimden kasıklarıma doğru akşını izledim. Ardından da Mariva'nın elindeki hançeri mağaranın sert zeminine atışını…
- Sağ dizimi büküp kılıcımı kendime destek yaparak çöktüm. "Niçin?" diye sordum Mariva'ya? Saydam, renksiz kan ve Mariva'nın geceyi aydınlatan mavi gözleri orada, mağaradaydı. Köpek ulumaları yaklaşıyordu. Son bir gayretle "niçin?" diye sordum.
Mariva, "değerli yolcularımız, 30 dakika yemek ve ihtiyaç molası vermek için Aksakallar Dinlenme Tesisleri'ne gelmiş bulunuyoruz" dedi. Pıt diye açtım gözlerimi. "Hayra karşı" dedim kendi kendime. Gayrı ihtiyari kalbimi yokladım. İçinde tek dal sigara kalmış Yeni Harman paketi yerindeydi. Kalbim yerindeydi. Dünya yerindeydi. İstanbul'dan Kuşadası'na giden Setra marka otobüs yerindeydi. Her şey yerindeydi. Otobüsün beş basamaklı orta merdiveninden inince yüzüme çarpan yapış yapış sıcağa aldırış etmeden son sigaramı son kibritimle yaktım. İki adım attım önümdeki belirsiz boşluğa doğru. Sıcağa alışmayı umdum. Alışamadım. Elimi bol kesim duble paça gri kumaş pantolonumun sağ cebine attım. İki parmağımla yoklayarak paramı hesap ettim. Seksen beş bin vardı. Dünyanın tam ortasında, Kuşadası'na iki yüz kilometre kala, yapış yapış sıcak ve seksen beş bin. Otobüsün bagajında kemane, zımparalar, cilalar ve ağaçlarla ağırlaşmış bir valizle; okurum diye yanımda getirdiğim kitaplar, kumaş pantolonlarım ve kareli gömleklerimle dolu bir çanta ve seksen beş bin. Bütün hayatım bir valizle bir çantaya sığmış gibiydi.
On yedi yaşıma kadar Ankara'da, yirmi bir yaşıma kadar İstanbul'da biriktirdiğim tüm hayat için bir valiz ve bir çanta ve seksen beş bin. İki adım daha attım boşluğa doğru. Nedense şaşırdım bunu yapabildiğime. İki adım daha attım. Belli belirsiz aldığım koku biraz daha netleşmeye başladı. Başımı kaldırınca bir yer yaygısının üzerindeki ayaklı tahta sinide gözleme hamuru açan kadını gördüm.
Soluk pembeler ve yıkanmaktan artık griye dönmüş mavilerden dikilme pazen şalvarıyla bağdaş kurmuş, beş bin yıldır yapageldiği bir şey yaptığının farkında olmadan gözleme hamuru açıyordu. Küçümen bir elma büyüklüğündeki hamur pazılarından birini alıp zemini unlu sininin üzerine atıyor, oklavayı sertçe bastırıp hamuru genişletiyordu. İstediği büyüklüğe geldiğine emin olunca iç koyup katlıyor, zarif sayılabilecek bir hareketle elektrikli saçın üzerine bırakıyordu gözlemeyi. "Gözleme ayran 75" yazılı kâğıda baktım uzun uzun. Açlığa alışkındım. Daha doğrusu talimliydim. Öğrenci evinde tavada ekmek kızartıp üzerine sarımsak sürmeyi de, makarna haşlayıp sadece margarinle tatlandırmayı da öğrenmiştim.
Rüyamda Mariva'yı tekrar görebilmenin umuduyla kapattım gözlerimi. Hâlbuki Mariva kalbime bıçak sokmuştu.
Yiyecek bir şey yoksa Kadıköy'e yürüyüp "hardallı olsun" diyerek sosisli sandviç alırdım sahildeki büfeden. Cebimdeki son param olurdu hep. Dünyanın en kötü hardalı genzimi yakarken "olsun be, Allah kerim" diye geçirirdim aklımdan her seferinde. Kıymalı gözlemenin elektrikli saçtan yükselen kokusu damaklarımdan alt dişlerinin arasına doğru salyaların akmasına yol açtı. Rüyamdaki köpeklerin salyalı ulumalarını hatırladım. Açtım. Son paramdı. Yetmiş beş bin liraya gözleme satılıyordu insanın dinlenmesinin imkânının olmadığı Aksakallar Dinlenme Tesisi'nde.
Yirmi bir yıllık kişisel tarihimin sıfır noktasındaydım. Dünyanın ortasındaydım. Ulumak bir çözüm olabilirdi. Gözleme açan kadının yanından geçip içeriye, lokanta ve marketin olduğu kapalı bölüme geçtim. Çorba, tavuk haşlama, kavurma, kuru fasulye, tas kebap, pilav, sütlaç vesaireden oluşan self servis tezgâhını boylu boyunca yürüyüp market kasasına geldim. "Yeni Harman, kibrit bir de" deyip uzattım seksen bini.
Dünyanın ortasında, Kuşadası'nın iki yüz kilometre uzağında, yirmi bir yıllık kişisel tarihimin sıfır noktasındaydım. Açtım. Burada ne işim olduğunu bilmiyordum. Gözleme yetmiş beş bindi. Yeni Harman yetmiş beş bindi. Yaş yirmi birdi. Kuşadası buradan iki yüz kilometreydi. Rakamları sevmiyordum. Otobüs tekrar yola koyulduğunda saklayamadığı bir Trakya şivesiyle konuşan hostes kızın dağıttığı paket keklerden bir tane aldım. Bütün cesaretsizliğimi toplayıp "bir tane daha alabilir miyim?" diye sordum. Kırmızı ruj, baygın deodorant ve yıpranmış ojeden yapılma hostes "tabii ki" dedi. Kemirdim kekleri. Granül kahvenin berbat tadıyla paket keklerin bayatlığı ağzımda birleşince "keşke ulusaydım" diye geçirdim aklımdan.
Rüyamda Mariva'yı tekrar görebilmenin umuduyla kapattım gözlerimi. Hâlbuki Mariva kalbime bıçak sokmuştu. Sevdiğimizin elindeki bıçak bir noktada kaçınılmaz olarak imtihanımıza dönüşecekti. "Mariva'yı değil, kendimi" diye düşündüm. Mariva'yı değil, kendimi.