Aşkın son kullanma tarihi
Aşk yaşantımız boyunca bir türlü mutluluğu doyasıya yaşatmayan, "mutlu aşk yoktur" dedirten, hayalimizdeki imgeyle gerçekten kaynaşmanın aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hoş ve boş bir kuruntu olduğunu görürüz. Bu son, her aşkın kaderidir.
Aşk evrensel, yani her zaman ve her yerde ortaya çıkabilecek bir insani hâldir. Kabul ama hepimiz kendi zamanımızın ve kendi kültürümüzün çocuklarıyız; bireysel ruhlarımız zamanın ruhu içinde deviniyor. Bu nedenle bir de aşkın zaman içindeki ve zamane biçimlerine de bakmalıyız. Modern zamanlarda tüm dünyadaki insan ilişkileri birbirine benzer bir görünüm almaya başladı ama geleneksel dünyada kültürler arasındaki farklılıklar çok daha belirgindi. Bugün Batı'dan bize doğru gelen düşünce ve sanat ürünlerinde şövalyelerin aşkı olarak gösterilen, şövalyelerin aşkı uğruna göze aldıklarını, balkondaki sevgilisine gitarla yaptıklarını anlatan aşk türü Batı literatüründe "romantik aşk" diye anılır. Romantik aşkın Batı'da ortaya çıkışı romanın edebiyat türü olarak ortaya çıkışıyla aynı zamanlara rastlar. Ki o zamanlar feodal düzenler, geniş aileler çökmeye, çekirdek aile, çocukluk ve annelik toplumsal bir kategori olarak sosyolojik birer kategori olarak ortaya çıkmaya da başlamıştır. Evin merkezi de bu arada babanın otoritesinden kendisini evine ve çocuklarına adamış annenin sevgisine kaymaktadır.
Tarihsel sosyologlar, romantik aşkı bu koşullarla açıklıyorlar. Bu koşulların kapitalizmin ortaya çıkışı ve kadının çalışma yaşamına, kamusal alana çıkmasıyla birlikte değişmeye başladığını, mahremiyetin dönüşümünün günümüze kadar uzanan bir süreçle aşkın doğasını değiştirdiğini söylüyorlar. Sevgilinin yüceltilmesi, aşığın karşılık beklemeden ve birçok tehlikeyi göze alarak kendini ona adaması bu dönem aşklarının temel karakteristiği olarak görülüyor. Bu özellikler aynı dönemde Doğu kültürlerindeki ve bizdeki aşk ilişkilerinde de görülüyor ancak temel bazı farklılıkları da beraberinde taşıyarak. Farklılıkların en önemlisi Doğu'da, özellikle İslam coğrafyasında ilahi ve beşeri aşkın birbirinin içine geçmesi. Birisi nerede başlıyor diğeri nerede bitiyor kesin olarak saptanmasının çok güç olması. Aşkta bizim için "vazgeçilmez olan", "tutkumuza yapışan" öteki, çok kolay ve hızlı bir biçimde Yaratıcı'nın "Mutlak Öteki"liğine dönüşüveriyor. Tasavvufi yaşantı ve bilgideki "mertebeler" anlayışı, beşeri aşkta donup kalmayı nefsin henüz ham aşamalarına mal ediyor.
İmam Rabbani'nin "Aşkına düştükleri kadardır insanların yolları" sözü bu anlayışı çok güzel özetliyor. Ancak Tasavvuf'un hiç bitmeyen köken tartışmalarına uzandığımızda belli yollardan yine Batı'ya dönüp geliyoruz. Eski Yunan'da felsefi aşkın da bazı benzerlikler taşıdığını görüyoruz. Geleneksel dünyada Batı'da ve Doğu'da yaşanan aşklar ve aşk anlayışları konusunda ciltler dolusu yazılabilir. Ancak şu var ki mahremiyet dönüşümünün, duyguların ve tutumların da bir tarihi olduğu Batılı yazarlar tarafından iyi anlaşılmış, onlar şimdiki yaşantılarının temellerini kendi tarihlerinin içinde aramaya çoktan başladılar ama bizde tarih bilinci henüz İstanbul'un fethinden duyulan heyecanla sınırlı. Henüz kimselerin aklına şimdiyle geçmişin bağlantılarını sorgulamak, deşelemek gelmiyor. Bu yüzden mahremiyet dönüşümünün bizim kültürümüzde nasıl bir seyir çizgisi gösterdiği konusunda sağlam araştırmalara dayalı bilgiler sunamıyoruz.
Eskilerle ilgili efsane, masal düzeyinde bilgilerimiz var ancak. Bir de bizim modernleşme sürecimizin büyük ölçüde "Batılılaşma" süreci de olduğu için burada mahremiyet dönüşümü çok daha karmâşık ve sancılı olduğunu sezgi düzeyinde de olsa biliyoruz. Belki de yaraları kanatmaktan korktukları için el atmıyor bilenlerimiz bu konulara. Batılılar tarihlerindeki romantik aşk sürecinden bugünlere nasıl geldiklerini neredeyse tüm gerçekliğiyle bildikleri için, eskisi mi yoksa yenisi mi iyiydi aşkların tartışmasını çok daha sağlıklı zeminlerde yapabiliyorlar. Bazı Batılı düşünürler, romantik aşkın bitmesinin şimdiki ilişki felaketlerinin ve ruhsal sorunların kökenini oluşturduğunu söylerken diğer bazıları şimdiki ilişki ve aşk anlayışlarını çok daha sağlıklı ve gerçekçi buluyorlar. Durmaksızın tartışıyorlar. Bizse durmaksızın onları izliyoruz, arada bir "biz de böyle değil!" demekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Her neyse... Nostalji için müthiş bir gerekçe üretme yeteneğine sahip iç-dünyalarımız.
Nostalji için müthiş bir gerekçe üretme yeteneğine sahip iç dünyalarımız. Ne zaman yaşadıklarımızdan hoşnutsuz olsak hemence "eski zamanlar"a övgüler yağdırmaya başlıyoruz.
Ne zaman yaşadıklarımızdan hoşnutsuz olsak hemence "eski zamanlar"a övgüler yağdırmaya başlıyoruz. Şimdilerde en çok aşktan dilimiz yandığından olsa gerek eski zamanlara övgüyü en çok aşkla ilgili konular için yapıyoruz. "Eski zamanlardaki, aşk gerçek aşktı!" gibi sözlerle geçmişe övgüler yağdırıyoruz. Eski zaman aşklarının en çok yüksek sadakatini ve inanması güç adanmışlık ruhunu seviyoruz. Üstelik modernleşmeye geç girmemiz nedeniyle geçmiş bizim için henüz çok yakın ve mahremiyet dönüşümü burada çok sancılı olduğundan bizdeki nostalji, Batı'dakinden çok daha güçlü. Eskinin aşkları bize bir şarkı, bir türkü mesafesinde. Ferhat ile Şirin'i, Kerem ile Aslı'yı ve onlarınkine benzer aşk hikâyelerini büyük ihtimalle size büyüklerinizden birisi anlatmıştır. Şimdi yaşadığımız dünyanın insanlık tarihinin diğer zamanlarından, hatta daha dün sayılabilecek kırk-elli yıl öncesinden çok önemli farklılıklar gösterdiğine dair çok fazla laf ediliyor.
Şüphesiz bu değişen alanların en önemlilerinden birisini de aile yaşamı ve kadın-erkek ilişkileri oluşturuyor. Sözü eğip bükmeden doğrudan doğruya ailenin ölümünden bile bahsediliyor. Bunun tam tersini söyleyenler, insanlığın şimdilerde geçmişin prangalarından kurtulmak için çok büyük hamleler yaptığını ileri sürenler de var. Eskiden mi iyiydi hayat yoksa şimdi mi sorusu, bilim ve düşünce dünyasını da ortadan ikiye bölmüş durumda. Kimisi öyle diyor, kimisi böyle. Ama şunu kesin olarak belirtmeliyiz ki, bugünün dünyası ikili ilişkiler açısından tam bir kargaşa içerisinde. Yaşam stratejileri bile keskin değişimler geçiriyor. Modern zamanlarda aşkla ilgili konuşurken mutlaka ele alınan, ele alınması gerektiğine inanılan temalardan bir tanesi de aşkın ömrünün kaç yıl olduğu sorusudur. Hatta "Aşkın ömrü üç yıldır" ifadesi konuyla ilgili bir kitaba başlık bile olmuştur. Aşkın ömrünü konu edinen çalışmaların önemli bir kısmı, hayvanlardaki cinsel arayış sırasında yapılmıştır ve insanlara aktarılması mümkün değildir. Ama gerek aşk yaşantısının niteliklerini gerekse yapılan çalışmaların sonuçlarını göz önünde bulundurduğumuzda, insanlarda da aşkın ömrünün sınırlı olduğunu söyleyebiliriz.
Evet, günü gelir aşk biter ama bazılarının söylediği gibi beynimizde aşk yaşantısını oluşturan kimyasalların artık üretilememesi nedeniyle değil. Aşk nasıl tamamen kimyasal bir olay değilse, aşkın bitişi de kimyasal nedenlerle olmaz. Aşk yaşantısının nitelikleri ve aşk sürecinin izlediği aşamalar, bu kadar yoğun bir yaşantıyla insanın olağan yaşantısını sürdürmesinin güç olduğunu, bir süre sonra hayatın gerçeklerinin, ideallerin, plan ve projelerin devreye gireceğini ortaya koymaktadır. Hayatın gerçekleri, insanın iç-dünyasında yer almaya başladıkça, aşk yaşantısını önce sağdan soldan ittirecek, sonra da bir köşeye sıkıştıracaktır. İnsan ruhunun bir köşesine sıkışmış eski aşk yaşantıları da bir süre sonra eskisinden çok farklı olacak, artık "aşk" adını hak etmeyecektir. Hayatın gerçekleri içimize yerleştikçe, ayaklarımız yere basacak, âşık olduğumuz insanı da kendi hayalimizde kurguladığımız gibi değil gerçek insan olarak görmeye başlayacağız.
Bir süre sonra, özellikle belli idealleri olan bir ilişkiyi, hele hele bir evi paylaşmaya başlamanın ardından âşık olduğumuz kimsenin de diğer insanlarla aynı olduğu, aynı mayadan yapıldığı, olumlu ve olumsuz nitelikleri bulunduğu gerçeği gözümüze sokulacaktır. Onun da birçok yanlarını beğenmediğimiz bir anası babası olduğunu, ağzının kokabildiğini, onun dişlerinin de fırçalanmaya ihtiyaç duyduğunu gördüğümüzde; sabrının sınırlarını ölçebilecek, baş etme becerilerini tartabilecek kadar anılarımız biriktiğinde, içimizdeki bir güç bizi rüyamızdan uyandırmaya başlayacaktır. Bir süre sonra karşımızdaki insanın gerçeği, hayalimizdeki imge ile çatışmaya başlayacaktır. Ve bir gün birden bire anlarız, kaynaşıp bir olmak için dünyaları verdiğimiz, dünyanın en muhteşem yaratığı sandığımız insan, meğer sadece bir insanmış. Aşkın yöneldiği kaynaşma idealleri yalnızca bizim kafamızdaymış ve bizim ihtiyaçlarımızın doğurduğu bir dürtünün neticesiymiş.
Bize aşk yaşantımız boyunca bir türlü mutluluğu şöyle doyasıya yaşatmayan, "mutlu aşk yoktur" dedirten, hayalimizdeki imgeyle gerçekten kaynaşmanın aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hoş ve boş bir kuruntu olduğunu görürüz. Bu kaçınılmaz son, her aşkın kaderidir. Bir gönle, aşk yaşantısının doğası gereği bir aşk sığar. Gerçek aşk yaşantısı bir insanın tüm gönlünü baştanbaşa doldurabilir. Ancak gerek sevme becerisi yüksek insanlar, gerek aşk yaşantısının doğası gereği âşıklar, coşku içindedirler. Gönülleri dünyaya açıktır, içlerinden sürekli, her şeye karşı bir sevgi yükselir. Tüm dünyayı gönüllerine sığdırabilirler. Gönülleri dünyayı alacak kadar geniştir ama sadece tek bir kişinin aşkına yer verecek kadar da dardır.
- * Erol Göka ve Sema Göka'nın "Kadınlar, Erkekler, Aşıklar" kitabından yararlanılmıştır.