Aşka iade-i itibar
Büyük doğu medeniyetinin filozoflarınca mahbub-u evvel (ilk sevilen) insanın kendisidir. Ruhlar âlemindeki ahdını dünyaya geldikten ve reşit olduktan sonra hatırlar. Yaratılış gereği ilk fiili -gayr-ı ihtiyarı- hayatta kalmaktır.
- Anadolu tekkelerinden birinde yılın belli dönemlerinde aşıklara özel yemek tertip edilirmiş. Şeyh efendi sofranın başında serilen postuna geçip besmeleyle yemeğe başlamadan önce aşkı dilden dile aktarılan, maşuk uğruna her türlü cefaya boyun eğen, acısını nispeten hafifletmek adına ser-hoş gezen aşıkların kadehine şarabı ‘Ya Selâm!’ zikrini çeke çeke kendi doldururmuş. Yemekten sonra Fuzûlî’den, Muhibbî’den, Avnî’den aşka dair beyitler okur, dervişân ve âşıklarla beraber her makamdan udla, tefle meşk ederlermiş.
- Bu vaziyet gelenek halini almamış olsa da mutasavvıflar ve ehl-i sünnet alimlerince çok sert ifadelerle yerilmiş, bir zaman sonra bu tekke kapanmış. Mürşide bu ahvaldeki amaç sorulduğunda; “Allah evvela aşkı yaratmıştır, onu da ruh diye bedenine üflemiştir insanın. ‘Elestü bi-Rabbiküm’ sorusunun gayesi budur ve bu itibarla aşk mukaddestir. Yani aşk da âşık da maşuk da Tanrı’dır. O’na aşık ve vasıl olmanın yegâne yolu ise fani olana âşık olmaktan geçer. İkisi de aynı mertebededir, birinin diğerine karşı üstünlüğü maşuktaki güzelliğin sonsuzluğuyla ölçülür. Bu sebepten âşıklar ‘Belâ’yı kendinden geçerek zikreden ilk ruhlardandır, onların aşkını ziyadeleştirmek sevaptır.” diye ifade edermiş.
***
Bilindiği üzere Arapçadaki sarmaşık manasına gelen a-şe-ka kökünden türetilmiştir aşk. Duygusal bağlılığın, abartılı sevginin karşılığı olarak bu kökün tercih edilmesi manidardır. Parazit bitkiler kategorisinde değerlendirilen sarmaşık, kuşattığı ağacın besin maddelerini emer, soldurup zayıflatır ve nihayet öldürür. Ağacın canlı kalabilmesi için o sarmaşıktan kurtarılması gerekir. Aşırı sevginin insanda yarattığı durum da budur. Aşk, bela olarak tanımlanmıştır dolayısıyla. Maşuka dair muhabbet âşığın dünyasını kuşatır, mecalden alıkoyar ve sosyal hayata adaptasyon sağlamasına engel olur. Çünkü his ve zihniyle yalnızca onunladır. Bu uğurda çektiği ıstırap ve vecd lezzet vermeye başlar. Bu itibarla aşkın özünde ihtiras vardır.
İnsanın sevme ve sevilme -bu duygunun ihtiraslı hali: aşk- ihtiyacı bezm-i elestteki olayla ilişkilendirilebilir. Orada mutlak güzellik olan Allah, insanı muhabbeti ve kendisiyle muhatap kılmıştır. Onu, en güzel surette (ahsen-i takvim) var kılarak şereflendirmiştir ve ondan güzele yani kendisine meyletmesini emretmiştir. Tamda bu noktada güzellik (hüsn) bir hedef olarak addedilir. Hayatı boyunca daha güzel olana talip olur insan. Adem’in Cennetteki güzelliğin ötesinde başka bir güzelliğe, Havva’ya talip olmasının temelinde işte bu “daha güzel” olana meyil vardır.
Bir başlangıcı olan insan, fıtratı gereği sonsuzluğu ister. Nitekim Tanrı, ona bekâyı vadeder. Bitmek üzere var olan hiçbir şeyi kalbinde barındırmaz. Madde ve dünyayla irtibatı da bu düzlemdedir. Akıl ve ilim dahi sonludur. Akıl sınırlıdır, aşk ise sınır tanımaz ve aklın tüm buyruklarını görmezden gelir. Kays’ın Mecnun (cinlenmiş, akıldan vazgeçmiş) oluşu bundan sebeptir. Burada Fuzûlî’nin “ışk imiş her ne var âlemde / ilm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyitini hatırlamalı. Zira aşk, sonsuz ve hudutsuzdur. Bu anlamda kalp tasavvufta, Allah’ın kudsî hadiste ifade edildiği üzere, âleme sığmayıp ancak müminin kalbine sığması dolayısıyla mukaddestir. Orada hüsn-i mutlak olan Allah ve aşkı dışında hiçbir güzellik olmamalı. Öncesindeki tüm sonlu aşklar, sonsuz aşka hazırlamak içindir. Mesnevî’de Rûmî’nin zikrettiği Bayezid-i Bestamî’nin hac yolunda aynı kervanda rastlaştığı zatın hikâyesi de bu durumu izah eder. Hızır diye anlatılan o zat Bestamî’ye; “Kâbe taştan ibaret, asıl Allah’ın evi kalbimdir, etrafımda tavaf et haccın makbuldür.” demesi kalbin sonsuzluğu ve kutsallığına işarettir.
Büyük doğu medeniyetinin filozoflarınca mahbub-u evvel (ilk sevilen) insanın kendisidir. Ruhlar alemindeki ahdini dünyaya geldikten ve reşit olduktan sonra hatırlar. Yaratılış gereği ilk fiili -gayr-ı ihtiyari- hayatta kalmaktır. Bu yüzden anneye bağlılık ve minnet duyar. Kendisinden sonra ikinci sevilen varlık annedir. Kendi kendine hayatta kalabilmenin mümkün olduğunu deneyimlediğinde ondan kopar ve yine zatına dair muhabbeti artar. Bu muhabbet aşk mesabesindedir. Aynı aşkı aramaya başlar. Çünkü varlık âleminde her şey çifttir. Kendisine en çok benzeyenle bu aşkı paylaşır ve onunla ikizleşir. Tasavvufta ilahi aşkın dışındaki bu aşk, mecazi olandır. İnsan için mecazi aşk ilahi aşka erişmek için bir basamaktır. Bu yüzden aşıklar, avamdan ayrı tutulur ve saygıyla karşılanır.
Aşkta şiddetli bağlılık vardır. Her durumda maşuktan yanadır aşık. O mutlak güzelliktir. Onun dışında kalan her şey kötü ve çirkindir. Bu tanımlama akıl dışı olduğu için aşıklar makul kimseler olarak kabul edilmez fakat ihtiram görür. Fıkıhta şahitlikleri dahi kabul görmez. Çünkü aşkın bizatihi kendisinde mantık yoktur. Aşk saf ve paktır. Âşık nezdinde yalnızca maşuk vardır. Bu aşırı teslimiyet ihtiras, şevk ve iştiyakla hayat bulur. Nitekim abartılı istek, heves anlamlarına gelen şevk kelimesiyle arzu, özleyiş anlamlarına gelen iştiyak kelimesi aşk gibi a-şe-ka (sarmaşık) kökünden türetilmiştir.
Âşıkla maşuk aynıdır, birbirlerinde yok olup tek bir varlık halini almışlardır. Âşık tüm varlığını maşuka teslim eder. Tam da bu noktada cezbeye tutulur. Cezbe, maşuğun âşığı kendisine çekmesinden doğan coşkunluk, kendinden geçme ve istiğrak hâlidir: Mecnun’un Leyla’yı gördüğü her an inleyip kendinden geçerek bayılması. Çünkü Mecnun’a göre Leyla ulaşılmaz, erişilmez, ulvi ve sonsuz olandır. Madde dünyasında görünmesi mümkün değildir. Maşukun nazarıyla, gülüşüyle, bedeniyle aşığa gözükmesi (vuslat) onu hayal kırıklığına uğratır. Mecnun yani âşık, mana âleminde ifna olduğu maşuku, Leyla’yı madde âleminde görünce aslolanın dışında olduğunu fark eder ve bâkî olan aşkı aramaya koyulur. Bu yolculuk için de bin bir ıstırapla Leyla denen yolu aşmalı. Tasavvufta mecazi aşka tutulan kimseye hürmet işte bundan sebeptir.
Âşık, sonsuz, mükemmel olana yani Tanrı’ya muhabbet besler. Bu muhabbet hayret, itaat ve müşahedeyle başlar, aşk ile devam eder. Nihayetinde ise O’nda yok olma yani fenafillah mertebesine erişir. Dünyada gördüğü her şey Tanrının sonsuz güzelliğinin tezahürüdür ona göre. Dolayısıyla âlem maşuku gösteren koca bir ayna hükmüne geçer.
Âlemde her şey bir denge ve düzen halinde. Tüm varlık dengiyle mükemmel bir akışta. İnsan, muhteşem dengenin ortasında yapayalnız ve bu muazzam akışın dışında kalmamalı. Fıtratı üzere bu akışı bozmamak adına dengini aramaya koyulur. Bu arayış karşı cinsinden olanla başlar. Sonsuz bir varlık olması hasebiyle de sonlu olanla denklik kurmaz ve mutmain olabilmesi için mâsivâya talip olur. Evrendeki dengenin mümkün olabilmesi için onun hakiki aşka ve maşuka kavuşması gerek.
İnsanın var oluşuyla başlayan anlam ve hikmet arayışı işte bu dengenin kurulmasına dair çabanın sonucu. Aşk, insan ve kâinattaki nizam için öncül ve nihai sebep. Bu yüzden âlemde ne varsa aşktan ibaret.