Aşığın kavuşması trajik bir yolda kalmışlıktır
Nisan ayinda yeni romani umudun göğe yükselişi’ni okuyucularla buluşturan Selahattin Yusuf ile yazma serüvenini, metindeki karakterlerin inceliklerini, ‘bir başkasinin aşkini ifade edebilme cesaretini’ cins için konuştuk.
Sizin eserlerinizde genelde bir çocukluk teması hâkim. Bu roman, yazma sürecinizdeki samimiyetiniz doğrultusunda oldukça sıcak, bir yanıyla yaralı, odaklandığı hikâye bakımından da direnen ve umutlu bir yapıya sahip sanki… Daha önceki metinlerinizden farkları neler? Ve bize eserin genel hatlarından biraz bahsedebilir misiniz?
Çocukluğu elbette kayıp cennet olarak hissediyorum. Geceleri uykudan önce bir tur atıp geliyorum çocukluğa. Çocukluğumun geçtiği mekanlar özgün. Benzersiz yerler. Bunu bir önceki romanımı okuyanlar hatırlarlar. Dolayısıyla mekan, zaman ve çocukluk aynı anda sızlatır burnumun direğini benim. Bu daima böyle. Öte yandan, çocukluğu düşünce biçimi olarak budalalık, şairlik, dervişlik gibi kategorilerin içinde sayarım. Bir düşüncesizlik biçimidir çocukluk. Bize acı veren bilinçliliği kovar. O kadar güzel bir şeydir ki, düşünce ve sanat bile gereksiz, kaba bir ayrıntı haline gelir onun yanında. Daha bir yığın güzel şey anlatabilirim çocukluk hakkında. Sabaha kadar konuşabilirim. Bu romanımda çocukluk, karakterlerimden birinin içinde bulunduğu zihinsel durumu aydınlatmak üzere kullanıldı. Çocukluğunda uç veren bir psikolojik yırtık, hayatını boydan boya kat etmesi gerekiyordu.
Bir diğer sorum şu; aşk insana umut verir mi? Yani birini seviyor olmanın, onunla bir dünya kurma arzusunun kişinin kendisine, geçmişine dair bir şeyleri iyileştirdiğini düşünebilir miyiz?
İyileştirmez, önemsizleştirir yalnızca. Ama iyileşmenin, yarayı önemsizleştirmekten başka tedavisi yoktur. Kavuşmak daha büyük yaradır. Çünkü varoluşun soruları bitmez, sesi kesilmez asla. Dolayısıyla aşığın kavuşması trajik bir yolda kalmışlıktır. Yolda kalmak tek hakikatli tutkudur. Yolda kalmak, yola devam etmektir. Yol, insanı tükettiğinde de devam eder. Romanın bir yerinde de söylediğim gibi; “Vücudun ağırlığı kanatlara geçer o zaman, uçmanın bilgisine dönüşür” ve ruhumuz dünyanın dışında, ötesindeki bir yere doğru havalanmak için kendinde cesaret bulur. Bunları söylerken biraz vaaz verir gibi konuştuysam üzgünüm. Karşı cinsin gözlerindeki parıltılara, yani gerilmiş kanatlara bakmanın tarifsiz heyecanını küçümsüyor değilim. O parıltıların sonra dünyevi telaşla ve renkli gündelik hayat çıkmazlarıyla dolup taşacağını bilmek bizi yanıltmamalı.
Askerlik bir erkek için -kendisiyle birlikte- erkek doğasına en çok maruz kaldığı yerlerden biri sayılabilir mi? Romanı güzel kılan şeylerden biri de bu sanki… O kadar “erkek” bir ortamda gülleri sulama görevinin önce öğretmene, sonra Yusuf’a tevdi edilmesi çok hoştu… Gülleri önemsiyordu Seyko… Küçücük bir zarafet bile parlıyor mu o dünyanın içinde?
Seyit komutan (Seyko) elbette bir elmas (sert) karakter.Yani dokunanı çizer ve kendisi asla etkilenmez. Çünkü gücün olabildiğince mükemmel bir tasarımı. Statü ve güç timsali. Ama işte biz sıradan insanlar, böyle en sert güç timsallerini, güçten düşer gibi olduklarında severiz ancak. Pür güç anında değil. Tam güç, iletişimsizdir. Onda kendimizden bir şey bulamayız, onu sevebilmek için. Öncelikle bize benzemesi lazım. Bize, zayıflığa, yani. Eminim güller konusu sizi bir kadın olarak ilgilendirdi burada. Oldukça normal ve beklenebilir bir tepki. Çünkü kadın için erkek, gücün tam bir timsali olduğunda mükemmeldir. Ama tam bir elmas olduğunda, yani arzu nesnesi olduğunda, iletişim için de bir açık kapısı olmalıdır. Açık kapı zayıflık noktasıdır. Gül, tam da bunu sağlar. Gül, gücün en zayıf noktasıdır ve açık kapısıdır. Zaten Seyko’nun, ölümü yenmiş epik bir kahraman olarak açık kapısı -açık yarası- da zaten Ayten’dir.
Metinde “Yazı içinde yazı, yazar içinde yazar” panoraması var… Asker Yusuf, Seyko’nun karşısındayken -askerdeyken- kendisine ilham gelmemesini şöyle açıklıyordu: “Ruhum dümdüzdü artık…” bu ifade bana çok ‘gerçek’ geldi. Bir yazarın, yazamayışını böyle açıklaması, yazar sıkışması dediğimiz şeyi “ruhun düzleşmesi” olarak ele alması… Yani ruhu hakikaten düzleşiyor. İlham, onu besleyen karmaşayı çözerek düzleşiyor. Askerlik de o gerçek dünyayla temasın kesildiği bir yer sanırım. Yazarken yaşamın içinde olmak mı besliyor insanı? Yani ruh düzleşmesi dediğimiz şey hayattan kopuklukla ilgili mi bir noktada?
Hayır. Bu benim bizzat başımdan geçen bir şeydi. Askerliğe başlarken, romanda geçen o kulübede ben de Yusuf gibi akşamları didinip duruyordum. Bir şiire başlamıştım. Ama sekiz ay boyunca yazamadım. Hayatımın en ilginç yazma tecrübelerinden biriydi. Oysa dergi yazılarımı haftalık olarak yazabiliyordum. Yani “intellect” yerli yerinde olmasına rağmen “ruhum” ortalarda yoktu. Bunu fark ettiğimde, hem bu dehşet -hapislik- duygusunu aşmak, yenmek (çünkü bir kez fark etmiş bulunuyordum ve geri dönemezdim) hem de vaktimi değerlendirmek için o şiire çalışmayı sürdürdüm. O da direnmeyi sürdürdü. Kavgamız tam sekiz ay sürdü. O şiiri ancak terhis olduğumda yazabildim. Terhisten bir kafede oturdum, birkaç gün çalıştım ve bitti. Neden böyle olduğunu ise romanda -uzak göndermelerle de olsa- anlattım zaten.
“Komtan Seyko” kelimelerle ifade edebileceğimiz bütün sertlikleri, katılıkları bünyesinde barındıran bir adam. Dışarıdan görsek, onu bir çerçeve içinde konumlandırır, belli bir tasnife göre sınıflandırırız. Ama o sertlikten ibaret de değil…Kalbinde ölümden, korkusuzluktan, sertlikten azade bir yer de var ki, bir yazardan aşk mektubu yazmasını istiyor… Siz böyle keskin bir karakteri onun algılanışına zıt niteliklerle yazarken zorlandınız mı?
Zorlandığım pek söylenemez doğrusu. Bir şair arkadaşım, önceki romanlarımı okuduktan sonra bana iyi bir “diyalog” yazarı olduğumu söylemişti. Onu anladım. Sizin sorunuzla da ilgili bu. Evet iyi bir “diyalog” yazarıyım ve zorlanmadım; çünkü bu insanları gerçekten tanıma merakıyla ilgili bir şey. Benim için merakın da ötesinde, bir tutkudur bu. Karakterlere bol keseden söz giydirmek başkadır; onları cümleler yardımıyla içeriden aydınlatmak başkadır. Ben yazmaya çok erken başladım. Lisede. Ama yazarlığımın başlangıcı bir olaya dayanmaktadır. Ortaokuldayken, kışlık harçlığımı çıkarabilmek için bir diş doktorunun yanında çalışıyordum. Komşu ilçede. Yani hem parasız yatılıyım ve evden uzaktayım, hem de yazın yine evden uzak ve yabancı bir yerde, pansiyon gibi bir yerde kalıyorum. Bir pazar günü aylaklık ediyordum. Bir kahvehanenin önünde oturmuştum. Bir delinin, ki muhtemelen kahvehanenin müdavimlerinden biriydi, oraleti bardağından tabağına döktüğünü fark ettim. Bardağın altlığına döktü. Yavaşça ve oldukça doğal, alışkanlıkla. Hiçbir şey ve kimse umurunda değildi. Karşısındaydım. Beni de fark etmiyordu. Uzun uzun baktım o adama. Onun o andaki tarifsiz kendi başınalığı, nasıl anlatsam, dünyadan ve insan insanlardan tam bir kopuşu ima eden kendi kendineliği beni tarifsiz bir heyecana sürükledi. Adamı muhtemelen birkaç bardak oralet içinceye kadar pür dikkat izledim. Bu olayı ben nedense yazarlığımın başlangıcı sayarım kendi içimde.
Yusuf ilk başta başkası adına bir aşk mektubu yazmayı kıvıracağını düşünüyor, ama zorluğunu sonradan fark ediyor. Aslında başkasının adına -hele başkasının duygularını ifade etmek adına- konuşmak ne kadar zor? Normal bir insan bunu kolay zannediyor. Oysa yazma eylemiyle az çok ilişkisi olan biri de Yusuf gibi zorlanır sanki, öyle değil mi?
Evet zorlanır. Çünkü yazılacak şey insanın en mahrem duygularıyla ilgili. Yani tam bir samimiyet gerekiyor. Romanda, sahteliği samimiyetin yüreğine yerleştirmek istedim. Çünkü ikisinin aynı anda, aynı yerde bulunabileceğine ilişkin bir şeyler söylemek istiyordum aslında. İnsandır, parçalıdır. Trajedisi buradan gelir. Bunu bize özellikle modernist roman vermiştir. İnsanoğlunun hikayesi artık klasik veya modern dönemin söylemiyle taşınamaz. Parçalı bir yapıyla taşınabilir ancak. Aslında son zamanlarda gittiğim söyleşilerde ve özel muhabbetlerimizde arkadaşlarıma sürekli bunu anlatıyorum. Bu benim güncel insanlık durumu için bulup buluşturduğum bir ifade formu. Aynı zamanda da güncel edebiyat durumumuza bir eleştiri.
Seyko’nun katılığında, ailesizliğin bir etkisi var mı? “Anneye nasıl şımarılır, başka çocuklara bakarak öğrendim lan ben…” diyor kitabın bir yerinde… Bir duyguyu bir başkasını izleyerek öğrenmek… Gündelik işlere dair tamam ama bu kadar insani bir şeyi başkasını izleyerek öğrenmek- ifadesi insana dokunuyor sanki…
Öğrenmek bilinç düzeyinde gerçekleşir. Bir duygunun ‘öğrenilmesi’ diye bir şey varsa, bu ancak bilinç düzeyinde bir tasarımdır. Ondan öteye gidemez. Ancak kısmi bir tatmindir. O duygu ‘öğrenilse’ bile bilinçaltındaki yeri hala boştur. Boşluk hayata yayılır. O insanın hayat yolculuğuna eşlik eder. Bir kara deliğe dönüşür. Benim asıl ifade etmek istediğim şey buydu. Yetişkin insanların hayatlarındaki bütün anomaliler, arzunun sahte gerçekleşmesi sonucu oluşan bu bilinçaltı boşluklarında yuvalanır. Derinlerdeki yırtıklarda oluşur. İnsanlar bunu ya fark ederler ya da fark etmezler ve o boşluklara yanlış isimler verirler. Kendisi hakkında yeterli dikkati geliştirmiş biri, mesela, alışveriş bağımlılığının aslında doyurulmamış emzirilme arzusu olduğunu bilmeden yaşar gider. Saplantılı aşık, aslında annesini arıyordur, filan.
Son olarak, Yusuf’a bir tavsiyede bulunacak olsanız, ne derdiniz ona, neler söylerdiniz?
Yusuf, gelinen noktada Ayten’le hiç değilse insani bir dostluk kurmalı. Satır aralarına belli belirsiz, oldukça silik biçimde yerleştirilmiş ilgisini, hiç değilse Seyit’in hatırasına hürmeten, daha da görünmez kılmalı ve Ayten’e yoldaş olmalı. Gerisini hayat söyleyecektir zaten.