Arzunun kısıtlanması sevgiyi bir mite dönüştürür
Sevginin içeriği, biçimleri, imaları, imgeleri çeşit çeşit. Bir orduya benziyor ama atları nerededir, nerede koşuyor onu her zaman gösterme şansımız yok.
Şair ve yazar Ali Ayçil'le Cahit Zarifoğlu'nun "Sevmek de yorulur" dizesinden hareketle sevmek ve yorgunluk ilişkisini, sevmenin taklit edilip edilemeyeceğini ve sevginin şiire varan yolculuğunu konuştuk.
"Sevmek de yorulur" diyor Zarifoğlu. Bir şair yargısı bu... Bir başka şaire de soralım istiyoruz; Sevmek yorulur mu?
"Oysa yorgun bir erkektir buğday başaklarını Tanrı'ya inandıran." Bana ait bir dize bu. Meramımı anlatmak için biraz da kendi dizeme sığınmak zorunda kaldım.
Çünkü praksisle alakalı olmayan her yorgunluk biraz netameli, biraz fantazmadır. Hatta çalışmayan toplumlar aşk yolunda fazla yoruluyor, belki en çok da aşktan yorgun düşüyorlar. Türküleri dinliyoruz, severek de dinliyoruz ama sürekli "canımdan bezdim" diyen biri var nağmelerde. Tabii ben Beşir Fuat gibi "kalp bir pompadır" diyecek kadar da sevmeyi önemsizleştiriyor değilim. Yorgunluğu praksisle ölçebilme şansım var, işçi çalışır ve yorulur ama sevginin yorgunluğunu ölçebilme şansına sahip değilim. Sevginin içeriği, biçimleri, imaları, imgeleri çeşit çeşit. Bir orduya benziyor ama atları nerededir, nerede koşuyor onu her zaman gösterme şansımız yok. Elimizde ender somut sevgi annenin sevgisidir ve istisnaları var mı bilmem ama yorulduğuna çok az insan şahit olmuştur. Hatta annede sevgi yoran değil yorgunluk alandır. Geriye kız-oğlan, erkek-kadın meselesi kalıyor.
Sevmenin müfredatı deyince hâlâ Leyla Mecnun filmi çekiliyor ve şairler Leyla diyorlar ve kızlar Leyla denince bir acayip oluyorlar. İnsan bir an müfredat değişmek yerine sevgi kurum hâline mi geldi demekten alamıyor kendini.
Adem ve Havva'dan bu yana bir küsüp bir barışıyorlar. Birisi gülünce bütün yorgunluklar savrulup gidiyor. Ama hâlâ mesele şu: Sevgiden yorulmak nedir? Ne kadar sürede yorulunur? Neyin karşılığında ya da neyin karşılıksızlığında yorgun düşülür? 10 saniyede yorulan da var 10 yıl sonra biraz yoruldum diyen de. Tom Hanks'in oynadığı Forrest Gump gibi bir kısım yorgunluklar yüzünden koşmaya başlayıp, sonunda birden "ben artık yoruldum, eve dönmek istiyorum" diyenler de var. Onu koşturan yorgunluk başka, koşunca duyduğu yorgunluk başka, ondan bu sözü duyunca hayalleri yorgun düşenler başka...
Yorulmanın tanımını yapmadan, belki önce şunu konuşmak lazım; "sevmek", tüm zamanlar ve durumlar için sabit bir fiil midir? Sevmenin müfredatı değişmez midir? Sevmenin biçimleri...
Modernliğin devasa kültürel laboratuvarına rağmen, hâlen eski metafizik dünyanın akıldışılıklarına sapan Avrupalılar var. Köln'de bir köprüye kilitler kilitleyip anahtarını da nehre atıyorlar. Paris'te de bu yüzden bir köprü çökme tehlikesi geçirdi, kilitleri sökmek zorunda kaldılar. Yani sevgililer, âşıklar, evliler falan kalpleri arasına kimse girmesin ve yaşlanınca birlikte bakacakları bir albümleri olsun diye bu tılsımlı köprülere duygularını çözülmez bir biçimde kilitliyorlar. Birileri kalplerini birbirinden çözecek anahtarı ele geçirmesi diye de ırmağa atıyorlar. 21. yüzyılda oluyor bu; birkaç sene önce -belki daha fazla tam hatırlayamıyorum- Doğu Batı dergisinde bu köprülerdeki modern mistik davranıştan hareketle Descartes'in "Kartezyen"ine uzanan zekice bir yazı çıkmıştı. Bütün bunları şunun için anlattım, dünyanın mekanik, matematik, ölçümlenebilir bir mekân olması insan doğasına aykırı bir durum. Ruhu var, duassılası var, maverası var vs. Bütün bunlar sevginin de neşet ettiği bir kaynağa işaret ediyor. Sevgi metafiziğin tezahürlerinden biri sadece. Nefret de öyle. Nihayetinde akıldışı ve zararlı. Fizik kurallarıyla hareket eden bir irade nefret durumundan uzak kalmak isterdi herhâlde. Sevmenin müfredatı deyince hâlâ Leyla Mecnun filmi çekiliyor ve şairler Leyla diyorlar ve kızlar Leyla denince bir acayip oluyorlar. İnsan bir an müfredat değişmek yerine sevgi kurum hâline mi geldi demekten alamıyor kendini. Galiba halk türkülerindeki ahuvahın önemli bir kısmı da bu kurum hâline gelmiş sevgi yüzünden. Sevgi ancak "özne" olanda Leylalaşmaz. Ve eğer gerçekten yoruyorsa özne olanı yorar. Çünkü özne kendinde tezahür edenin, bir kız isteme-kız alma merasiminden öte bir şey olduğunun farkındadır. Haddimizi aşmayalım, öbür türlü de yorar ama o biraz geleneğin sahasında oynanan bir oyundur. Sevmenin biçimleri de herhâlde görmenin biçimleri kadar çoktur; hem içbükey hem dış bükey olarak.
Modern dünyanın insanı getirdiği yer, dışa değil içe yönelme. Tabi tüm menfi anlamlarıyla... İsyan edemezsin ama depresyona girebilirsin, gibi. Sevmek fiilinin özneleri açısından durum nedir sizce?
Sonuçta sevgi, bütün zamanlarda ancak bir başkası ya da başkalarıyla telafi edilen bir zaaf, bir eksiklikle alakalıdır. Şeyh Efendi de seviliyor, anne de, bir kadında, bir hayvan da, hatta eşya da. Ben modernlik öncesi dünyanın da insan açısından çok tekin bir yer olduğu kanaatinde değilim. Bu şablon çok tartışılacak bir şablondur. Şöyle bir iddiada da bulunulabilir: İnsan ilk kez modernlikle birlikte tarih, evren, toplum, devlet, aile ve ötekiler karşısında yerine dair bazı kanaatler oluşturdu. Bu durumu tümden olumsuzlayamayız. Modern insan depresyona giriyor ama bütün Orta Çağ boyunca da "huy basması, cin basması vs." epey bir haneyi ziyaret ediyordu. Hâlen daha kenar mahallelerde bayağı bir cin vardır. Ayrıca ben modern insanın içe yöneldiği için değil, fazla dışa yöneldiği ve dışarıyı artık içinde taşıyamadığı için depresyona girdiği kanaatindeyim. Bütün bu çoğulluğu kaldıramıyor, taşıyamıyor. Ya da ekran dünyada kendisine dikkat çekici bir mevki bulamıyor, zekâsı, güzelliği, parası yetmiyor falan. Bu çoğulluk, öznelerin gittikçe birbirleri için yabanlaşması vb durumlar sevmek fiilinin öznelerini de değiştiriyor biraz. Kedilere, köpeklere, başka hayvanlara tuhaf bir bağlılık oluşmaya başladı.
- Benim mahallemde sürekli köpeklerini gezdirmeye çıkaran, onlara zaman ayıran insanlar var. Bunu bebekleri için yapmayacaklarına bahse girerim. Gerçekten çok tuhaf. Kibirli özne aşkı bu.
Hayvanıyla kusursuz bir aşk yaşıyor çünkü kedi ya da köpek cevap vermiyor, kavga etmiyor, istisnalar hariç evi terk etmiyor. -Kuşkusuz bu hayvanlarında sahipleriyle oynadıkları oyunlar, somurtmalar, huysuzluklar var ama bunlar başka bir bağlamda konuşulabilecek tezahürler- Burada sevginin mülkiyet altına alınması söz konusu. Böyle olunca, köprülere kilit asmaya da gerek kalmıyor.
"Sevmek"in yorulduğu yeri, "sevmek"in tüketildiği yerden ayıran bir yer var mı? Yoksa sevmek yorulur derken, tüketildiği dünya mıdır kastımız?
Ne sevmenin yorulması ne de sevmenin tüketilmesi çok bir şey ifade etmiyor. Benim çocukluğumda taşrada bir kızı yıllarca tutkuyla seven bir adam evliliğinin üçüncü gününe varmadan, artık mülkiyetine girmiş bir başka deyişe kavuşulmuş olana üstüpü muamelesi yapardı. Çoğunlukla böyleydi bu.
Sevgi ancak "özne" olanda Leylalaşmaz. Ve eğer gerçekten yoruyorsa özne olanı yorar.
Sevgi arzuyla fazla karışık bir şeydir. Eğer arzunun giderilmesi töre içinde nasip olmuşsa sevgiden genellikle eser kalmaz, tükenir gibi olur ve çoğunlukla da tükenir. Geriye bir kamu kuruluşu olan aile kalır. Modern büyük kentlerde sevginin erkenden tükenmesinin yolları açık olduğu için, yani arzu törensiz bir biçimde işbaşı yapabildiği için, ilişki kuruma dönüşmeden sevgisi tükeniyor muhtemelen. Ama bir yeryüzü yıldızı gibi ömürlerini birbirini severek geçiren insanlar, dostlar, akrabalar da var kuşkusuz, onlara saygısızlık yapmayalım. Ya da ne bileyim efendilerini bir ömür boyunca acayip bir bağlılıkla seven müritler var. O da ilginç mesela, ne yorulmak biliyor ne tükenmek.
"Suna dedimse sen, Leyla dedimse sen" dizesi, yorulmaktan kaçma denemesi mi yoksa ‘gerçek' yorulmayı göze almak mı? Yoksa yorulmak bu değil mi?
Ben bu öznesizleştirmenin tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. Suna dediğimizin Suna, Leyla dediğimizin Leyla olması gerekir. Bu muğlak, muhayyel, bedensiz, afaki sözlerle bir ilişki nasıl mümkün olabilir. Bir ilişki mümkün olmayacaksa sevgi kendini nasıl ortaya koyabilir, karşılıklı birbirini onaylayıp reddedebilir. Yorgunluğun en sağlam hâli nasıl praksisle alakalıysa, sevginin en sağlam hâli de muhatabın bir özne olarak isim sahibi olmasıyla alakalıdır. Yoksa muhatap, soyut bir sevgi düzeninin, ne istediğini bilmeye ama hikmetli dille konuşan birinin mağduru hâline gelir ki geliyor zaten. Sevginin yorulup yorulmayacağını anlamamız için bile en az iki isim sahibi tarafın birbirinin varlığını keşfetmesi gerekiyor.
Muhatabımızı, muhayyilemizde "başka türlü" inşa edip, sonra mecnunlaşıp, durduk yerde yorulmanın bir âlemi yok. Benim tek mazur görebileceğim yorgunluk, gerçekten sevdiği hâlde sevilmemiş birinin yorgunluğudur. Ama onda da sevgi henüz bir deneyime dönüşmediği için, cevher kısmı kesinleştirilmemiş maden toprağı gibi durur.
Sevmek taklit edilemeseydi, şiir yazılabilir miydi?
Tam tersi; sevmek taklit edilebilseydi, şiire gerek kalmayacaktı. Şiir, insan kuşağının taklit edemez ve edilemez yanlarıyla alakalı. Bir Adem nöbetçiliği. Adem taklit edemez. Tarihi mümkün kılan da her doğan çocuğun bu Adem yanıdır. Eğer böyle olmasaydı uygarlıklar çok erken bir tarihte defteri kapatırlardı ve muhtemelen insan soyu biyolojik bir makine hâline gelirdi. Sevmek taklit edilemez ama sevmenin işaretleri muhtemelen taklide meyyâldir. Göz kırpmak taklit midir, yoksa doğamızın bir refleksi mi onu bile araştırmak lazım.