“Aramızda en güzel ölüm gülümsüyor"

Arşiv
Arşiv

1980’lerin sonları olmalı. Belki de 90’lar başlamıştı. Ağabeyim Mehmet Harmancı’nın eve getirdiği kitaplarından biri ilgimi çekti: Kuş Renkli Çocukluğum. Çocuk kitaplarına geç kalmış bir genç olarak, biraz da tuhaf bir utanma duygusuyla Cahit Zarifoğlu veya Mustafa Ruhi Şirin gibi kalemlerin çocuk kitaplarını yutarcasına okumaktayız. İşte o günlerde okumuştum Kuş Renkli Çocukluğum’u. Elbette ki ilerleyen senelerde İyi Geceler Bayım da okuma listeme girmişti. Ama ben de herkes gibi Mevlana İdris imzasıyla daha çok çocuk edebiyatı metinlerini birleştirirdim zihnimde. Her zaman “aykırı bir çocuk edebiyatçısı” olduğunu düşündüm. Aykırı olmasaydı –sanırım- okumazdım. Aykırı derken, piyasanın şartlarına direnen ve kendi kişiliğini çocuk edebiyatına yansıtan, demek istiyorum. Aykırı olmayan özgün olamaz.

1) Popüler olur ve kaybolur. Örneğin çocukları bir mezarlıkta saklambaç oynarken çizmek, yazmak, birçok açıdan çocuk edebiyatı piyasasının klişelerini kırmak anlamına gelir. Mevlana İdris kesinlikle çok yaratıcı idi ve bu kadar kalemin arasında biz -senelerdir- illaki onu okumak ve onu dile getirmek istedik. Biz derken kadirşinas edebiyat okurlarını kast ediyorum. Onu okuyan birinin adını veya kitabını unutması mümkün değildi. Özgün ve şaşırtıcı bir zekâsı vardı. Metinlerinde bunu izlemek büyük zevktir.

2) 1995 olmalı. Ertuğrul Fındık ve Akif Kuruçay, Konya’da Jurnal adlı bir dergi çıkartıyorlar. Ertuğrul, her zamanki enerjisiyle dergiye ve hayatımıza renk katıyor. O zaman için şahsen tanışmadığımız ama dergilerde adlarını duyduğumuz veya kitaplarını okuduğumuz isimlerin Jurnal’de olacağını söylüyor ve bu hepimizi heyecanlandırıyordu. Gerçekten de Mevlana İdris ismine rastlıyoruz Jurnal’in ilk sayısında. Üstelik o günden bugüne aklımdan çıkmayan muhteşem bir dizesi var şiirin: “Bir resimde yedi kişiyiz aramızda en güzel ölüm gülümsüyor”. “Bu Bahçede Bir Şey Var” başlıklı, Jurnal’in ilk sayısında çıkan şiiri buraya almak istiyorum:

“Bahçeye resimler düşmeye devam ediyor / Kimi eski bir denize çizilmiş / Kimi her yanı Haziran bir trene / kimi bir kelimeye // Bir resimde İsa akşama bakıyor / Bir resimde tarihçiler eli boş dönüyor kadınların verdiği sözlerden / Bir resimde yüzlerce anahtar var ve hiç kapı yok / Bir resimde telefon çalıyor açıyoruz ve yağmur / Islanıyor zaman / Bir resimde yedi kişiyiz aramızda en güzel ölüm gülümsüyor // Bütün yanlışların toplandığı resim / Her yüzde ilginç bir anne olan toprağa girerken / Resim olmayan bir şey var bu bahçede / sonsuz inanışı çiçeklerin her şeyi varedene.”

3) 1996 olmalı. Mevlana İdris, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışıyor. Ertuğrul Fındık ve Mehmet Harmancı ile ziyaretine gidiyoruz. Bu ziyaretten aklımda kalan… Sessizlik. Uzun uzun susuluyor. Mevlana İdris, belki de bu suskunluğu aşmak için günün gazetelerini getirip önümüze bırakıyor. Mevlana İdris’i tanımayanlara anlatmak mümkün değil. Ama gene de betimlemeye çalışayım. Sessiz. Ama bu sessizlik insanı rahatsız etmiyor. Bir tefekkür gibi. Bir sırlı düşünüş gibi. Siz sessizliğin galibiyetine teslim olduğunuzu düşünürken, birden Mevlana atağa geçiyor. Konuşkanlaşıyor. Hatta art arda fıkralar anlatıyor. Gülüyor. Güldürüyor. Her cümlesinden zekâ pırıltıları çıkıyor. Absürt. Detaycı. Ancak yazı dilinde verilebilecek detaylarla size bir tabloyu baştan sona şekillendiriyor. Tutarsızlıkları, muhtemelen gelecek itirazlarınızı ön alarak izah ediyor. Sizi kazanıyor. Çekingen gözüküyor ama bu duyguyu aştığınızda anlıyorsunuz ki çekingenlik değil bu asalet. Ağırbaşlı. Konuşurken iki türlü yol alıyor. Ya çok ciddi ve asil. Sizi yormadan ama detayları özetleyerek ilerliyor. Ya da absürt ve mizahçı. Şaşırtıcı. Uyanık olmazsanız zekâ oyunlarını kaçırabilirsiniz. Asla aklınızdan geçmeyecek bir detayı yakalar ve bu buluşçu mantığın konuşmacısına saygı duyarsınız.

4) 2017 olabilir. Sirkeci’de dergi fuarı. Arkadaşlarla eski gar binasında oyalanıyoruz. Bazen tanıdık bir sima beliriyor. Kucaklaşmalar. Özlem gidermeler. Her zamanki gibi kendimi yalnız hissedeceğim bir kuytu ararken… Gar binasının dışına çıkıp kendimce adımlıyorum. O! Kapı önünde beklenmedik bir karşılaşma. Gülümsüyor ve elini omzuma atıyor. Mevlana İdris’i böyle görmek pek sık yaşanacak bir şey değil. Sakalları uzamış ve ağarmış. Yorgun gözüküyor. Ama mutlu. Neden görüşemediğimizi falan konuşuyoruz. “Harmancı kardeşler” diye başlayan bir cümlesine gülüyoruz. Ortaya çıkışı gibi hızlıca kayboluyor.

5) 20 Kasım 2020. Maraş’ta edebiyat festivalindeyiz. Aynı oturumda konuşmalarımız var. Benim aklım oturum sonrasında. Çünkü bir yerlerde beraber çay içeceğiz. Toplantı biter bitmez çayhanede toplanıyoruz. Ama Mevlana İdris yok. Kısa bir süre sonra çok güzel anıların birikeceği bir gelişme oluyor. Yeni bir karşılaşma. Bu karşılaşma ve sonrasında olanları daha önce kaleme almıştım:

“Saraçhane’de çay içmekteyiz. Karnımız aç. Sohbet halkamızdan izin alıp çarşının loş sokaklarında bir lokanta aramak düşüncesindeyiz. Güray Süngü ile ne yapacağımızı düşünürken, Mevlana İdris bize önümüzdeki uzun koridoru işaret ediyor. Güray’da ve bende şaşkınlık. Sessizlik. En iyisi soru sormamak ve akşamın sürüklediği sokaklara teslim olmak. İşte bir lahmacuncu. İşte bir kebapçı. İşte bir dürüm kebapçı. İşte bir zeytinci. İşte bir üzümcü. Hepsinde on, on beş dakika durarak, hepsinden lokmamızı alarak Kanlı Dere’ye tırmanmaya başlıyoruz. Ben kaleye tırmandığımızı sanıyorum. Her seferinde “Kaleye az kaldı mı?” diye çocukça bir soru. Mevlana İdris her zamanki sessizliği ve asaleti ile kaleye daha zaman olduğunu hatırlatıyor. Aceleciliğimi olgunlukla karşılıyor. Çocuk Bahçesi’ndeyiz. Çay için soluklanma. En güzeli Mevlana İdris’in olgun sesinden çocukluğunu dinlemek. İşte bu pastane diyor, çocukluğumuzun en gözde pastanesiydi. İşte bu harap yerde bir kebapçı dükkânı vardı. İşte bu kütüphanede bir memure çalışırdı. Zaman eriyip gitmiş. Hepsi bitmiş. Bir hüzün ve ağırbaşlılık kalmış geride. Bir ayrılık acısı. Yürek yakan mahzun bir tebessüm. Mevlana İdris’in bu hüzünlü tablolarla kontrast teşkil eden birbirinden güzel fıkraları imdadımıza yetişiyor. Karanlık çöküyor. Yürüyerek şiir dinletisinin yapılacağı salona gidiyoruz. İlk olarak anons edilen şair Mevlana İdris oluyor. Yirmi beş sene önce Konya’da Ertuğrul Fındık ’la birlikte çıkardığımız bir edebiyat dergisinde bazı dizelerinin yayımlandığını anımsadığım bir şiirini okuyor şair. Saatlerdir yaptığımız yürüyüşün finali gibi bu dizeler.”

6) Mevlana İdris’i neden sevdik? Birçok sebep sayabiliriz. Allah sevdiğini sevdirir. Eserlerindeki yaratıcılık her okuru kendine bağlamasını bilmiştir. Bir hadiste buyrulduğu gibi, insanların ellerindekine tamah etmeyenler insanlar tarafından sevilir. Dünyanın gramerini çözmüş ve fotoğrafın gerisinden bilgece gülümsemeyi seçmişti O. Çok sevildi.

7) Mevlana İdris’in cenazesine gidemedim. Ama bu cenazeye katılan vefakâr dostum Yunus Özdemir, bana cenazeden fotoğraflar değil, o gün yazdığı mısralarını gönderdi. Mısraların başında “Zengin Ölüm” yazıyor:

“En son o gelir de / İnsan ne çabuk ölüyor be Mevlana / Hiç tanımadan kendini / Ve tanışamadan / Kendi gibilerini / Gidip gömüyor elleriyle // Bilirim / İdris Nebi keser kefeninin bezini / Itırlar kokular gül şehrinden gelir / Erken değildir artık gidişin / Yalnızca küçük bir sızı / İçimize ektiğin / Öyle ki hiç bırakmayacak peşimizi / Öğrendik şimdi / Kime zengin dendiğini // Mevla öyle güzel bir kalp vermiş ki sana / Başka şeyden ölecek değildin ya / Ama bağlamasaydı bunu elli altıya / Birkaç düş daha ekerdin toprağımıza / Nasıl olsa bitmeyecek gürültüsü dünyanın / Sen gittikten sonra da // Ne zaman geleceğini bilmediğin / Bir pazartesi ertesinde / Başımızı yana eğip / Düştük yoluna Eyüp Sultan’ın / Bütün dillerde inandık sana / Ama yalan değil gidişin // Endişelenme / Söylediğin şarkıları / Uçurtmalar mırıldanıyor / Gökyüzünde / Biz şimdi yeşil elma yiyip / Dua ediyoruz ardından / O yıldız terk etmedi bizi / Çevirip baktığımızda başımızı / Daha parlak göz kırpıyor çocuklara... / -ardından ağlamasam olmaz mı-“

8) Bütün kayıplar sorgulamayı getirir. Ben de şimdi kendime kızıyorum. Daha çok görüşseydik, daha çok konuşsaydık, daha çok haberleşseydik, daha çok yazsaydık, daha çok, daha çok… Kitaplarını defalarca okuduğumu ve çocuk edebiyatı metinlerini çok sevdiğimi söylemiş miydim kendisine mesela? Hayır. Hakkında bir yazı yazmış mıydım? Hayır. Giden gider. Kalbimiz kanar. Yasımızı tutarız. Zamanın iyileştirici gücüne bırakırız kendimizi. Mesele bu değil. Mesele gidenler gitmeden önce onlarla ne kadar değerli zaman geçirdiğimiz. Sevgimizi ne kadar ifade edebildiğimiz. Kalbimizi ne kadar açabildiğimiz. Şimdi bütün üzüntüm içerisinde onunla 2020’de çekindiğimiz fotoğrafa bakıyorum ve çeyrek asır önce Jurnal’de çıkan şiirindeki o güzelim dizesini mırıldanıyorum:

“Bir resimde yedi kişiyiz aramızda en güzel ölüm gülümsüyor”

  • Daha çok görüşseydik, daha çok konuşsaydık, daha çok haberleşseydik, daha çok yazsaydık, daha çok, daha çok….....