Annesiz hayal kuramayanlar evi
Çünkü hayal kurmayı hatırlayamıyoruz artık, çünkü bu şehirler çok kalabalık hayal kurdurmuyor, çünkü kabarık kredi kartı ekstreleri peşi sıra geliyor, çünkü alışveriş merkezlerinin ışıkları fazla parlak, zihinlerimizi dağıtıyor.
Edip Cansever'in beyaz mendilini, öksürükleriyle kana buladığı bir şiiri vardır. O şiiri içine çekenler çok iyi bilirler ki; kömür kokar dizeleri. Okudukça genzi yakması da bundandır. İlk defa bir şiirde harfleri şair değil, bir dülger tutmuştur avucunda. Ve o şiir daktiloyla değil de âdeta kuş tüyüyle yazılmış gibidir. Onun için, insanın kalbi bir serçe gibi atar mısralarının arasında. Nasıl atmasın ki? Cansever, Konya'nın beyaz, Antep'in kırmızı düzlüklerinden geçip, Malatya istasyonundan kalkan ilk trene binmiş, Nazilli'nin bekleme salonlarında upuzun hayallere dalmıştır. Başını dayadığı, soğuktan buğulanmış cama şöyle yazmış mıdır şair; "hayalsiz yaşıyoruz neredeyse."
Yazıp yazmadığını bilmiyoruz ama bu sözleri düşlemeseydi, o mısra gelip de şiirin tam kalbine konamazdı. Yıllar önceydi, Cansever'in şiirinin tam bağrına sakladığı bu sözü görür görmez, emanet olarak alıp cebime koymuştum. Yerine geri koymadığımı düşününler varsa, Mendilimde Kan Sesleri şiirini bir kez daha okusunlar. Eğer bu mısra bıraktığım yerde durmuyorsa hâlâ, bilin ki benim gibi ihtiyacı olan biri almıştır onu oradan. Keşke daha çok olsaydı bu mısradan da kitabın başında sıra beklemek yerine, herkese gönlümüzce dağıtabilseydik.
Neden o mısrayı ille de o şiirden almak zorundayız ki? Aynı harfleri, aynı kelimeleri kullanarak biz de yazamaz mıyız? Yazamayız. Çünkü hayal kurmayı hatırlayamıyoruz artık, çünkü bu şehirler çok kalabalık hayal kurdurmuyor, çünkü kabarık kredi kartı ekstreleri peşi sıra geliyor, çünkü alışveriş merkezlerinin ışıkları fazla parlak, zihinlerimizi dağıtıyor. Kocaman şehirlerin ortasında "hayalsiz yaşıyoruz neredeyse." İstesek de hayal kurmuyoruz, kuramıyoruz.
Bizim gibi hayal kurmayı unutanların dışında, bir de hayal kurmayı hiç bilmeyenler var. Onlar bizim gibi sonradan değil, doğuştan ediniyorlar bunu. Ya bir cami avlusunda ya bir polis karakolunda ya da bir hastanenin acil servisinde öğreniyorlar hayal kurmadan büyüyeceklerini. İsimleri bile kendilerinin değildir sanki. Hepsinin ismi de birbirine benziyor hâlbuki. Kaderlerine rağmen bahtları açık olsun diye Umut, Neşe, Rüya, Bahar diye çağrılıyorlar. Oysa adı Rüya olanın neşesiz, Umut olanın da baharsız geçiyor çocukluğu.
Bu çocukların, resim defterlerinde anneleri ve babalarıyla el ele tutuştukları resimleri de yoktur. Onlar, iki pencereli, yaz kış bacasından duman çıkan tek katlı bir ev yerine, soğuk ve biçimsiz gri yurt binaları çiziyorlar. Tıpkı, bir aile arabası yerine belediye otobüsü, çocuk odası yerine de ranzalı koğuş çizdikleri gibi.
Keşke bir gece çocuk yuvalarına girip, hayal kelimesini annesiz ve babasız uyuyan çocukların yastıklarının altına koyabilseydik. Bunun da bir kullanma kılavuzu bulunsaydı keşke. Keşke Edip Cansever bunu da söyleseydi bir şiirinde bize. Yürümeyi, yemek yemeyi, elini kesmeden meyve soymayı, okumayı, yazmayı, hatta annesiz ve babasız yaşamayı öğrenen çocuklara, öğretebilseydik; annesiz ve babasız da hayal kurulabileceğini.