Anlamın keşfi: Kolaycı kuran okumalarının zorlukları
Kuran'la bir millet yirmi yıl gibi bir sürede tanınmayacak bir dönüşüm geçirmiştir. Fakat Kuran bizzat dönüştürdüğü topluma yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma sözün mucizevî etkisinin en doğal sonucudur.
Dil canlı bir organizmadır. Her canlı gibi değişkendir. Dil onu var eden toplumu hem değiştirir hem toplum tarafından değişime uğrar. Canlı olan her şey değişkendir. Çünkü canlılık akışkandır. Bundan dolayı canlı hayat, devinimden ibarettir. Elma çekirdeği ile elma ağacı arasında insan ile spermi arasındaki döngüyle var olur yaşam. Dil dönüştükçe tarih değişir, tarih değiştikçe dil dönüşür. Bu devinime Kuran sünnetullah der. Mucize dediğimiz şey bu sünnetullahın sekteye uğramasından başka bir şey değildir. Ateşin yakmaması mucizedir. Çünkü devinim yasasına yani sünnetullaha aykırıdır. Bir çocuğun babasız dünyaya gelmesi mucizedir. Çünkü sünnetullaha aykırıdır. Aynı şekilde bir söz hayatın doğal devinimine müdahale edecek düzeyde etkiliyse, o söz mucizedir.
Kuran-ı Kerim mucizedir, o bir nesli, olağan akışına aykırı bir şekilde dönüştürmüştür. Kuran'la bir millet yirmi yıl gibi bir sürede tanınmayacak bir dönüşüm geçirmiştir. Fakat Kuran bizzat dönüştürdüğü topluma yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma sözün mucizevî etkisinin en doğal sonucudur. Kuran'ın üslubundaki mucize öylesine bir tesir meydana getirmiştir ki değişimin yaşandığı dönemdeki dil de kaybolmuştur. Muhataplarını etkileyebilmek için onların idraklerine en uygun dil ve üslupla hitap etmiş ve onlarda mucizevî bir değişim meydana getirmiştir. Bu değişim sadece yaşanan hayatta değil, bizzat söz konusu mevzunun hitap şeklinde bile gerçekleşmiş ve muhatap kendisini değiştiren dile bile yabancılaşmıştır. Tefsir ilmi bu yabancılaşmayı ortadan kaldırma ihtiyacıyla ortaya çıkmıştır.
Evet, tefsir anlayan ile anlam arasındaki kopukluğu gidermektir. Özneyle bilgi arasındaki anlam eksikliğini tefsir tamamlar. Tefsir anlamı var etmez, keşfeder. Bir yerde tefsirin var olabilmesi için orada anlamın var olması gerekir. Tefsir anlamı ziyade de etmez. Kuran ayetleri olduğu gibi duruyorken bu ayetlerin etkisiyle değişen uygulama anlamla muhatap arasında bir kopukluk meydana getirmiştir. Tefsir tam burada devreye girer. İlk dönem tefsirleri bu sebeple Kuran ayetlerinin nüzul sebepleri ve ortamını yansıtmaktan ibarettir. Sa'lebî bu meyanda şunu nakleder: "Âlimler tefsirin ayetin nüzulü, durumu, kıssası ve indiği sebeplerden ibaret bir ilim olduğunu söylerler." İbnü'l-Cevzî de bir grup âlimin tefsirin keşif yönüne dikkat çektiğini aktarır: "Tefsir, bir şeyi kapalı hâlden aşikâr hâle çıkarmaktır." Tefsirde keşfin önemini Isfehanî'den naklen Suyutî şöyle dile getirir: "Âlimlerin örfünde tefsir, Kuran'ın manalarının keşfi ve muradının beyanıdır."
Konuyla ilgili önceki yazılarda özellikle sebeb-i nüzullerin ayetlerin tefsirinde ne kadar hayati öneme sahip olduğunu gördük. Burada doğrudan ayetin bağlamını açıklayıcı hadiseler hem olası yanlış anlamaları önleyicidir hem de ne yazık ki sınırlı sayıdadır. Mesela "Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlar ile âdet görmeyenler hakkında tereddüt ederseniz onların iddeti (bekleme süresi) üç aydır" ayeti böylesi net sebebe sahip bir ayettir. Boşanmış ve kocası vefat etmiş kadınların iddet süreleri Bakara suresinde açıklandıktan sonra sahabelerin hayızdan kesilmiş, henüz hayız görmemiş ve gebe kadınların iddetlerini sormaları üzerine bu ayet nazil olmuştur. Bir diğer ayeti; "Doğu da Allah'ındır Batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın zâtı (rızası) oradadır" nassını eğer zahirî lafzına göre anlayacak olsaydık, namaz kılan kimsenin ne sefer esnasında ne normal ikametinde kıbleye dönmesi gerekli olmayacaktı. Oysa bu icmanın tersine bir durumdur. Şu hâlde ayetin muradı, sebebi bilinene kadar anlaşılamaz. Bu da Allah Rasülü'nün (sav) Mekke'den Medine'ye döndüğü sırada bineğinin üzerinde namaz kılması üzerine ayetin nazil olmasıdır.
Bu iki örnek ayetin indiği dönemin ihtiyaçlarına cevap vermesine rağmen çok kısa bir zaman sonra anlamı ortaya çıkarmak için tefsire ihtiyaç duyulduğunu göstermesi açısından önemlidir. İlk muhatapların soruları üzerine nazil olduğu için onlarda herhangi bir anlama sorunu yaşanmamış fakat daha sonraları indiği döneme şahit olmayanlarda veya şahit olmuş fakat iniş sebebini unutmuş olanlarda ayet tefsire ihtiyaç duyar olmuştur. Başta da söylediğimiz gibi ayetin nazil olmasıyla toplumsal bir soru(n) ortadan kalkmış, fakat bu defa da ayetin anlamıyla muhataplar arasında bir kopukluk baş göstermiştir. İşte burada tefsir devreye girerek ayetin anlamını ortaya çıkarmıştır. Tefsir dediğimiz şey ilk dönemlerde ayetin sebebi nüzulünü belirtmekten başka bir şey olmadığını söylemiştik. Burada da sadece ayetin inişine sebep olmuş hadisenin aktarımı, tefsir için yeterli olmuştur.
Buharî'nin el-Edebü'l-Müfred kitabında yer verdiği nakil, dört ayetin aynı kişiyle ilgili nazil olması açısından ilginç bir örnektir. Sa'd b. Ebu Vakkas anlatıyor: "Allah Azze ve Celle'nin kitabında dört ayet benim hakkımda nazil olmuştur. İlkinde annem, ben Allah Rasülü Muhammed'den ayrılıncaya kadar bir şey yiyip içmeyeceğine yemin etmişti. Bunun üzerine "Eğer anne baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa bu durumda onlara uyma ama yine de onlara dünyada iyi davran" ayeti nazil oldu. Diğer sefer (savaş ganimetleri arasından) hoşuma giden bir kılıcı almış ve "Ey Allah'ın Rasülü, bunu bana hibe et" demiştim. Bunun üzerine "Sana ganimetleri soruyorlar" ayeti nazil oldu. Başka bir zaman hastalığa yakalanmıştım ve ziyaretime gelen Allah Rasülü'ne "Mallarımı paylaştırmak istiyorum. Yarısını vermek üzere vasiyette bulunabilir miyim?" diye sordum. Allah Rasülü "Hayır" dedi. Ben bu sefer "Peki ya üçte birini?" diye sorunca sustu. Bundan böyle malın üçte birinde vasiyette bulunmak caiz oldu. Dördüncüsünde ensardan bir grupla içki içmiştim. Onlardan bir adam devenin çene kemiğiyle bana vurdu. Ben de gidip durumu Allah Rasülü'ne anlattım. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle içkinin haramlığını bildiren ayeti vahyetti."
SEBEB-İ NÜZULLE İLGİLİ ÜÇ YANLIŞ ANLAMA
Vahyin nüzulünden hemen sonraki dönem başta olmak üzere tefsir dediğimiz şey sebebi nüzulden ibarettir dedik. Peki sebebi nüzulü bilmek ayetin anlamının keşfi için yeterli midir? Elbette sadece sebebi nüzulü bilmek yeterli değil. Bazen bir ayetin inişine sebep olarak birbirlerinden çok farklı sebep zikredilebilir. Zikredilen sebeplerden kendi görüşüne en uygun rivayeti nazara vererek ayetin asli ve otantik anlamından koparıldığına dair örnekler de az değil. Diğer taraftan son örneklerdeki açıklıkta ayetin inişine sebep teşkil eden hadiselerin sınırlı sayıda oluşu, işin teorik yönünün ihmal edilmesini ve var olan rivayet külliyatında yanlış anlamaları kolaylaştırmaktadır. Bu vesileyle ayetlerin nüzul sebeplerine dair düşülen üç hatayı burada belirtmek gerekiyor. Bunlar aynı zamanda kolaycı Kuran okumalarının en temel üç zorluğudur. Arap dili vukufiyeti ve ilk tefsir kaynaklarını mütalaası yeterli olmayan, daha çok mealler ve günümüz kısa tefsirleri üzerinden ayetleri anlamaya çalışanlar için üç noktanın izahı önemlidir. Böylelikle zıt gibi görünen hususlarda aceleci hüküm verme kolaycılığına düşmekten korunabilirler.
İlk olarak, bazı ayetlerin iki kere nazil olabileceğini bilmek gerekiyor. Bunun nedeni ayetin büyük öneme sahip olması ve unutulmaması için aynı sebep söz konusu olduğunda tekrar hatırlatılmasıdır. Fatihâ suresinin biri Mekke'de, diğeri Medine'de nazil olduğu yönündeki görüş bu kabildendir. Kezâ Sahihayn'da Ebu Osman en-Nehdî kanalıyla İbn Mesûd'dan nakledilen hadise bunun örneğidir: Bir adam, yabancı bir kadını öptükten sonra gelip durumu Allah Rasülü'ne bildirir ve Allah Teâlâ şu ayet-i kerimeyi indirir: "Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir." Adam "Bu hüküm sadece benim için mi geçerli?" diye sormuş, Allah Rasülü Efendimiz "Aksine bütün ümmetim için geçerli" cevabını vermiştir. Bu hadise Medine'de yaşanmıştır. Bahsi geçen şahıs da Tirmizî ve başkalarının belirttiği üzere Medineli sahabe Ebul Yeser'dir. Oysa ayetin geçtiği Hûd suresinin Mekkî olduğunda ittifak vardır. Bu nedenle hadis bazıları için problemli gözükse de ayetin iki defa nazil olduğu yönündeki izahla olay çözüme kavuşmaktadır.
Yine Buharî ve Müslim'de İbn Mesûd'un "Sana ruhtan soruyorlar" âyetinin Medine'de Yahudilerin Allah Rasülü'ne ruhtan sormaları üzerine nazil olduğu yönündeki açıklaması bu kabildendir. Hâlbuki ayetin geçtiği İsra suresi ittifakla Mekke'de, müşriklerin Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf ve ruhtan sormaları üzerine nazil olmuştur. İhlas suresini, Ebu Tâlib hakkında nazil olduğu rivayet edilen Tövbe suresi 113. ve Kasas suresi 56. ayetleri aynı kapsamda değerlendirebiliriz.
Sebeb-i nüzulle ilgili ikinci yanlış anlama, bir ayetin belli olayla ilgili indiği yönünde ilk dönem nakillerini mutlak kabul etmektir. Oysa sahabe ve tabiînden herhangi birinin "Bu ayet filanca şeyle ilgili nazil oldu" sözü her zaman gerçekten nüzul sebebini anlatmaz. Aksine bazen "Bu ayet şu hükmü kapsıyor" manası kastedilir. Abdullah ibn Ömer'in "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin" ayetiyle ilgili görüşü bu kabildendir. Merfu ve müsned bir haber olarak gören muhaddislerin aksine Ahmed b. Hanbel ve Müslim gibi hadis imamları cumhura aykırı bu görüşü eserlerine almamış, sahabenin istidlal ve tevil yoluyla vardığı bir kanaat olarak görmüşlerdir. Buradan çıkarılması gereken sonuç, büyük bir sahabenin Allah Rasülü'nden duyduğu izlenimi bulunan bir rivayeti bile olsa, ayetin nüzul sebebine dair her aktarılanı vahyî bir sabite olarak görmemek gerektiğidir.
Kuran'ın kolaycı okunmasının üçüncü eksiği, ayetin nüzulünün bazen hükmünden önce gelebileceği gerçeğidir. "Arınan kimse mutlaka kurtuluşa erer." âyetinin zekâta delil olarak getirilmesi buna örnektir. Bazı rivayetlerde Allah Rasülü'ne bu ayetten ne kastedildiği sorulmuş, o da ramazan ayrında verilen zekât hakkında indiğini söylemiştir. Bazı âlimler ilgili surenin Mekke'de nazil olması ve burada ne dini bayramın ne de zekâtın henüz meşru kılınmaması nedeniyle bu rivayetleri izah edememişlerdir. Beğavî, tefsirinde bu problemi ayetin nüzulünün hükümden önce olabileceği yorumuyla aşmıştır. Ona göre aynı durum "Bu şehir (Mekke) senin için dokunulmaz değildir." âyeti için de geçerlidir. Sure Mekkî olduğu hâlde dokunulmazlığın kaldırılması daha sonraki yıllarda, Mekke'nin fethinde gerçekleşmiş, Allah Rasülü Efendimiz "Gündüzün bir vaktinde şehrin (Mekke) haramlığı (çatışmanın yasak oluşu) benim için kaldırılmıştır" buyurmuştur. Benzer tablo "O topluluk, yakında bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp gidecektir" nassı için de söz konusudur. Bu ayetin Mekke'de indiği malûmdur. Ömer b. Hattab der ki: "Ben hangi topluluğun hezimete uğrayacağını, hangisinin galip geleceğini merak ederdim. Nihayet Bedir Savaşı olduğunda Allah Rasülü'nün bu ayeti okuduğunu duydum ve o gün tevilini anladım."
Bahsedilen üç nokta, kısaca bize Kuran'ı anlamanın kolay ve hazır bir şablonu bulunmadığını gösteriyor. Aksine o doğrudan belli bir devir kesitindeki öncü muhataplara yönelmiş bir hitap olarak devir, muhatap ve hitap üçlüsünün kendi içindeki gerçekliğini ve birbirleriyle etkileşimini bilmeyi zaruri kılarken, diğer taraftan ancak ferdin teslimiyeti ve ümmetin vahdetiyle hissedilecek bir imanî neşveyi müjdelemektedir. Aksi hâlde daha ikinci sayfasında takva sahiplerine bir rehber olduğunu ilan eden bir kitabın, okurundan bazı ön hazırlıklar istediği göz ardı edilmiş ve onun diriltici soluğu uyuşturucu bir etkiye dönüşmüş olur. Başka ifadeyle, tıpkı o günkü sâlik ve tâliplerinden olduğu gibi bugün de bize bir gereklilik yüklenmiştir: Yola çıkma gerekliliği... Öyle ya, yolda olmazsak yol göstermenin de gösterişten öte bir anlamı olmayacaktır.