'Anda Kalmak' mutlu olmaya yetermi?
Günümüz psikoterapilerinin birçoğunun merkezine “anda kalmak” kavramı geldi oturdu. Herkesin dilinde bir “anda kalmak”. ‘‘Mutlu olmak istiyorsanız anda kalın, anda kalın.’’ Tümüyle yalan mı tümüyle hakikat mi bu ‘‘anda kalmak’’? Mutluluğumuz gerçekten ‘‘anda kalma’’ya mı bağlı?
Anda kalma, İngilizce “mindfulness” kelimesiyle matuf farkındalık veya “bilinçli farkındalık” denilen terapi tekniğinin önemli bir bileşeni. Anda kalmak, şimdiki anda yaşamak, şimdiki ânı fark etmek ve bu ânın sunduğu hakikat gerçeğini açık, sevgi ve şefkat dolu bir kalple algılamak olarak tarif ediliyor. Yani bir nevi bulunduğu ânın idrakinde olarak andaki şeyi tevekkül ve teslimiyetle karşılamak.
İçinde şöyle bir hakikat barındırır anda kalmak: İnsanın vehmi geçmişte olup bitmiş olayları ve gelecekteki daha olmamış olayları şimdi şu an vuku buluyormuş gibi hayalin önüne koyup insanı kandırmak ister. İşte anda kalma kuramı der ki, bu hayali imgeleri bırak, şimdiye bak. Bu haliyle kuram takdire şayandır ama insanın varoluşsal ihtiyaçlarına karşılık gelmez.
Anda kalmak, tasavvuftaki, geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulan ve yalnızca bugünü değerlendiren manasındaki “ibnü’l- vakt” kavramına yani “vaktin çocuğu”na karşılık geliyor. Yalnız bu anlayış, seküler psikolojinin anda kalma kavramıyla çok temel bir noktadan ayrılıyor. Tasavvufta bu an, şimdiki an ya da bugün Mutlak Varlığın tasarrufuyla vücuda gelir. Anlar, bir kap gibidir. O’nun sonsuz kudretinin tecellisiyle yaratılanı insanın önüne koyar. An dediğimiz şey Mutlak Varlığın kudretinin, merhametinin tecellisidir. Mesela Ataullah İskenderî’ye göre vakt, kendi hükmüyle gelir ve kendisini dayatır. Lakin bu dayatma bu vakitle gelen hüküm Allah’tandır. “Vakt içinde Allah’ın izhar ettiğinden başka bir şey ortaya koymak isteyen kimsenin cehaletten hiçbir şey terk etmediğini” söyler İskenderî. Vakt’e teslim olan kurtulur ve rızayı terk eden ona karşı çıkan kaybeder.
Görüldüğü üzere vakt, Mutlak varlıktan gelir, O’nun adına yaşanır. Şimdi, şu an, bugün O’nun eseridir ve O’nun adına yaşanıp ebediyete uğurlanmak için vardır. Yani şimdiye odaklanmak, anda kalmak, ubudiyet için; ânı, zamanı O’nun adına yaşamak için kullanılmalıdır. Elbette ânı bu şekilde değerlendirmek insana huzur ve mutluluk bahşeder.
Seküler ‘anda kal’cılar için, şimdinin, ‘şu an’ın farkına vararak yargısız, şefkatle tavır takınmak insanın mutluluğu içindir, Yaratıcı ile bir bağıntısı yoktur. Gelecekle ya şu olursa ya bu olursa, geçmişle de şunlar niye oldu diye meşgul olan, geviş getiren vehim ve vesveselerin etkisinden kurtulmak için şimdiye odaklanmak hayırlı bir yoldur.
Lakin, kötü haber uç uca eklenmiş anlar akıp gider. Anda kalma, ebedi, sonsuz bir durum değildir. Üzerinde durduğumuz her an insanın altından kayıp gitmektedir. Bu da insanın önüne iki zaman boyutu daha çıkarır. Geçmiş ve gelecek. Yaşanmış anlardan müteşekkil bir geçmiş ve yaşanacak anlardan müteşekkil bir gelecek.
İnsan beden itibariyle şimdiye mıhlanmıştır, fiziki olarak ‘elinde’ sadece şimdiki zaman vardır. İradesiyle iş görebileceği tek an budur. Ne geriye gidip yaşanmışı değiştirebilir ne de ileriye atılıp yaşanacaklara engel olabilir. İnsana verilmiş olan sadece ‘Şu an’dır, elinden alınan bir geçmişi ve ona bahşedilecek bir gelecek de vardır elbet. Ama onlar çerçevenin şimdilik dışındadır. Bu gerçek insanın kalbinin, ruhunun, aklının geçmiş ve gelecekle bir ilgisi olmadığı anlamına gelmez. İçinde şöyle bir hakikat barındırır anda kalmak: İnsanın vehmi geçmişte olup bitmiş olayları ve gelecekteki daha olmamış olayları şimdi şu an vuku buluyormuş gibi hayalin önüne koyup insanı kandırmak ister.
Seküler psikolojinin görmezlikten geldiği, hatta şöyle diyelim; görmezlikten gelmeye mecbur kaldığı mesele insanın sadece fiziki, bedensel bir varlıktan ibaret olmadığıdır. Bunu görmezlikten gelmek, yok saymak zorundadır çünkü geçmişin nereye gittiği geleceğin (özellikle ölümden sonra geleceğin) nasıl olacağına dair cevabı yoktur ve cevap veremediği bir soruyu yok saymak en kestirme yoldur.
Geçmişin nereye gittiğine, gelecekte bilhassa ölümden sonra insanı neyin beklediğine dair bir fikri olmayan psikoloji suskunluğunu geçiştirir ve insanın elindeki tek şimdi ile teselli etmek ister. Şimdi ile yetin der, tek gerçek şimdi der. Halbuki gelecekle ilgili bu ilgimiz bir vehim ve vesvese değildir, çıplak bir hakikattir.
Geçmişte olup biten kötücül olaylar, elbette şimdi yoktur ve vehmi şekilde onlarla meşguliyet kalbe zarar verir. Lakin insanın dert ettiği geçmişte yaşadığı travmatik olaylar değildir yalnızca. Kalp ve ruh ve akıl, geçmiş geçip gitmişse ne olmuş yani, geçip gitsin, beni ilgilendirmez diyemez. Geçip gittiyse hiç önemli değil, elimde şimdi var ya bu bana yeter diyemez. Geçmişin ebediyete gitmesini, var olmasını, yok olmamasını ister. Bunun gerçekleşmeyeceğine inanırsa acıdan acı, kederden keder beğenir, hüzne gark olur. Yani insanın geçmişinin nerede olduğu meselesi varoluşsal bir meseledir ve işte anda kalcılar bunu ıskalar.
Keza yine insanın kalbi, ruhu, aklı gelecek beni ilgilendirmez diyemez. Gelecekle ilgili vehimleri ona kötü senaryolar çizmedi değildir tek sorunu. Geleceğin var olmasını, hayatının kesilmemesini, kesilse bile başka şekilde, başka bir alemde devamiyetini ister, arzu eder, buna muhtaçtır, bunsuz yapamaz. Geleceği olmadığına inananın ruhu ve kalbi, aklı azaptan azaba, ıstıraptan ıstıraba savulur gider. İçtenlikle ‘‘Geleceğin önemi yok, elimde var olan şimdi şu an bana yeter,’’ demesi/diyebilmesi imkansızdır.
Kalp ve ruhun ve aklın meydanı geniştir, dünyası geniştir. Adeta sonsuzluk içinde varolmak ister, arzu eder, talep eder. Bedenin, fiziki varlığımız için şimdi, şu an vardır, dünyası şimdi ile sınırlıdır. Lakin ruh ve kalp geçmişin ve geleceğin varoluşunu talep etmesi insanın en temel varoluşsal talebidir.
Geçmiş ve gelecek ancak iman nuruyla aydınlanır. Şimdi, şu an Mutlak Varlık’a ait kılındığında O’nun yaratması olarak görüldüğünde geçen anlarımız da O’nun sonsuz koruyuculuğuna teslim ederiz. İman nazarıyla geçmişe nazarımızı yönlendiren Kur’an Hz. Adem ile başlayan insanlık tarihiyle bizi bir bağlantıya sokar. Geçmişimizde yüzbinlerce peygamber vardır. Milyonlarca veli ile doludur geçmiş. Başta Hz. Muhammed ve onun sahabeleri vardır geçmişimizde. Birden kalbimiz onunla irtibat kurar. Onun getirdiği nur ile geçmişimiz aydınlanır. Geçmiş deyince aklımıza Şahı Nakşibendi gelir, Abülkadir Geylani gelir, İmamı Şafi, İmami Ebu Hanife gelir, İmamı Gazali gelir, İmamı Rabbani gelir. Bunlar geçmişimizin yıldızlarıdır.
Kur’anın bize peygamber kıssalarını anlatmasının bir sırrı da belki de insanlık tarihine imani bir bağla bağlanmamızı, iman ehli ile bir bağ kurmamızı istemesi olabilir. Aidiyet temel varoluşsal bir ihtiyaçtır ve Kur’an kıssaları bize bunu da sunar.
Ayrıca kendi kişisel geçmişimiz de yok olup gitmemiştir. Evet şimdi elimizde tek varlığımız şimdiki anımızdır ama geçip gitmiş anlarımız da ahiret meyvesine dönüşmüş ve geleceğe inkılap etmiş, sonsuz bir yolculuğa çoktan çıkmıştır ve daha güzel bir haber de geçmişimiz ahirette bizi beklemektedir.
İnkâr ehli için geçmiş yok ve hiçtir. İyi veya kötü, nasıl yaşanmış olursa olsun, artık yoktur. Geçmiş kapkaranlıkta kalmıştır. Şimdi geçip giderek insanın kendisinden ebediyen ayrılmıştır. Bu ruhun büyük ıstırabıdır. Sınırsız acı veren bir ayrılık acısıdır bu.
İnkâr ehli için şu anın öncesi olmadığı gibi gelecekte kapkaranlıktadır. Ölüm yokluğun kapısıdır. Gelecekte yaşadıklarını kimse bilmemektedir. Gelecekte bilecekleri bilen Mutlak Biri’ne güveni yoktur, O’na dayanması yoktur. Gelecek dalga dalga üzerine gelen karanlıktan başka bir şey değildir. İnkâr ehli, geçmiş ve geleceğin içinde bir anın içinde sıkışmıştır, bu anın içinde boğulmuştur. Kuru kuruya söylenen, hiçbir dayanağı olamayan bir ‘‘Şimdiye bak, ana odaklan’’ telkini, sonsuzluğu isteyen bir ruha gerekli teselliyi sunmaktan acizdir.
İman, geçmişi sonsuzluğa, ahirete uğurladığı gibi geleceği de aydınlatır. Geleceğimiz şimdi yoktur ama gelecek bizim için yaratılacaktır ve yaratılacak geleceğimiz O’nun sonsuz bilgisi, sonsuz kudreti dahilindedir. Bu insana sonsuz bir güven verir. O gelecek karanlık, vahşi, kimsesiz bir gelecek değildir. “Mevla görelim neyler/Neylerse güzel eyler”e iman bize geleceğimizi gösterir, aydınlatır, pırıl pırıl gösterir. Gelecek de iman nuruyla önümüze açılıverir. Önümüzde Mutlak Varlığın belirlediği bir hayat ömrü vardır. Sonunda O’nun emriyle ve hükmüyle, O’nun belirlediği en uygun zaman ve mekânda gerçekleşecek, başıboş olmayan, Ölüm Meleği’nin eliyle gerçekleşecek ölümümüz vardır geleceğimizde.
Ölüm sonrası hiç de belirsiz değildir. Berzah alemimiz vardır. İman edenler için cennet bahçelerinden bir bahçedir orası. Ruhumuz bekâ aleminde, o uhrevi alemde, o ruhlar alemi de denilen alemde başka bir hayata başlayacaktır. Toprağın altında değildir bu yaşam. O kabir denilen, bedenimizin gömüleceği toprağın altıyla hiç ilgisi olmayan bir alemdir orası. Sevdiklerimize kavuşacağımız bir alemdir geleceğimizde olan bu yaşam. Bu yaşam, Hz. Muhammed’in şimdi yaşadığı alemdir. Sevdiklerimize kavuşacağımız bir alemdir geleceğimiz üzerinde duran bu alem.
‘‘Anda kalma’’ya evet. Anda kalıp anı O’nun adına değerlendirip o anı sonsuza yollamak şartıyla. Anı, elimizdeki tek zaman, şimdi bu anın hazzına odaklan, bu anda varlığına odaklan deyip geçmiş ve geleceğin gerçeğinden uzaklaşmak için değerlendirmeye ise hayır. İnsan, evet anda yaşar ama sonsuzluğu arzular. Her insan anın sonsuza gitmesini, ebedi olarak o anın kendisiyle birlikte olmasını da arzular.