Anarşist domates
Kimse o akşam yemek yemedi evde. Öyle bir sessizlik vardı ki odanın içinde biz evdeki üç çocuk ne olup bittiğini anlamasak da bu sessizliği bozmaktan korkuyorduk. Ben bir ara babama sokulup; “Dedem eve gelecek değil mi baba?” dedim. Babam kıpkırmızı gözleri ile öyle bir baktı ki bir anda derin bir uçuruma düştüm sandım. “İnşallah oğlum.” dedi. Nedense her zaman bana büyük bir güven veren “inşallah” sözü bu kez beni uçurumun dibine yuvarlamıştı.
Kasadaki domateslerden bir tanesini aldım. Diğer domateslere hiç benzemiyordu bu. Sivri, sert, garip bir domates. Birkaç tane daha alıp aynı domateslerden koşa koşa dedemin yanına gittim. “Bu domatesler neden böyle dede?” dedim. Dedem baktı, sakalını titreterek güldü. “Anarşist domates onlar.” dedi. İlk defa duyduğum bir kelimeydi bu. “Anarşist, anarşist” dedim içinden.
“Ney ki anarşişt domates?"
“Anarşist işte. Bildiğin anarşist. Kavgacı, dövüşçü kişilere denir. Sert işte oğlum, elindeki domates gibi.”
Dedem hep böyle yapardı. Bir şey sorunca hemen cevap verirdi. Hem de sanki açıklıyor olmanın mutluluğu ile üstüne bastıra bastıra tekrar ederdi. Onun verdiği cevap benim için çok fazla anlam ifade etmese de dedem görevini yapmış olmanın huzuruyla işine devam etti. Yine anlamadım bir şey. Bilmiyordum ki anarşişt nedir. Elime birkaç domates daha aldım. Ağacın altına gittim. Giderken diğer domateslerden de aldım iki tane. Ağacın altına yan yana koydum domatesleri. Baktım, anarşist domatesler daha sert ve daha sivriydi. Diğerleri yuvarlak ve biraz yumuşak. Normal domates gibi. Mis gibi kokuyordu domatesler. Tazelik, güzellik, bereket gibi bütün kokuları içime çektim.
Anarşist domateslerle yuvarlak domatesleri şöyle bir vurdum birbirine. Yuvarlak domatesler bir anda dağıldı gitti. Gerçekten de bu domatesler tam dövüşçüymüş, ezilen domateslerin halini görünce bunu daha iyi anladım. Dedemle tarlada vakit geçirmeyi çok severdim. Buradaki her şey benim için bir oyundu. Tarlada en sevdiğim iş sebzeleri sulamaktı. Dedem kanalın kapağını açıp da suyu tarlaya gönderince arkın içinden kıvrıla kıvrıla gelen suyu takip eder, suyun serinliğine daha fazla dayanamaz ve ayakkabılarımı çıkarıp suda oynamaya başlardım. En çok da gemileri yarıştırırdım suda. Gemi dediğim de söğüt dalından yaptığım gemilerdi. İki sopayı aynı anda suya bırakırdım. Akan suyun içinde sopalar birbiriyle yarışırdı. Benim gemim birinci gelince suyun içinde hoplaya zıplaya kutlardım zaferimi. Ağacın altından kalktım. Anarşist domatesleri cebime koydum, dedeme söyleyip evin yolunu tuttum. Toprak yolda yürümeyi o kadar çok severdim ki…
Hemen söğüt dalından atıma atladım, düştüm yola. Arkamda iz bırakarak öyle keyifle koşuyordum ki arada bir arkaya bıraktığım ize bakıyor; tozun, dumanın arasındaki izi gördükçe daha bir hızlanıyordum. Mahalleye geldim. Birkaç asker arabası yanımdan geçti. Bakkalın önünde yine uzun bir kuyruk vardı. Eve gidince biliyordum ki annem de beni bir kuyruğa gönderecekti. Ya ekmek ya şeker ya da tüp kuyruğuna geçeceğim kesindi. Artık iyice öğrenmiştim kuyrukta beklemeyi. Çocuk olduğum için benim önüme geçmek isteyen uyanık ağabeyler olsa da bir milim oynamıyordum yerimden. Sıramı kimseye kaptırmadan annemin istediklerini alana kadar bekliyordum yerimde. Rafet beni görünce bağırdı; “Mustafa gelsene kuyruğa!” Annemin ne istediğini bilmediğimi söyleyip cebimdeki domatesleri elime alıp sokağımıza döndüm.
Yoldan geçen askerlere selam vere vere evimize yaklaştım. Tam avlumuzun kapısını açacaktım ki bir asker çıktı karşıma. “Nasılsın küçük asker?” dedi. Bu söz beni o kadar mutlu ediyordu ki hemen selamımı verip; “İyiyim asker abi.” dedim. Asker elimdeki domatesleri gördü, “Ne güzel domatesmiş bunlar böyle.” dedi. Tarladan aldığımı söyledim. “Bunların adı anarşist domates.” dedim. Askerin yüzü birden bire değişti. Domatesleri elimden aldı. Evirdi, çevirdi. Her yerini bir güzel inceledi domateslerin. “Anarşist domates öyle mi?” dedi. “Evet.” dedim. “Kim söyledi bunu sana?” diye sordu asker. “Dedem söyledi.” dedim. Dedemin nerde olduğunu soran askere tarlada olduğunu, sebzeleri suladığını söyledim.
Asker domateslerimi geri vermeden tarlanın nerde olduğunu sorup hızla o tarafa doğru gitti. Ben de eve girdim. Askeri de domatesleri de çoktan unutmuştum bile. Asker olmak istiyordum çünkü her yerde asker vardı. Okula giderken, oyun oynarken, iki kale maç yaparken hep askerler geçip gidiyordu yanımızdan. Onların elbiseleri, ellerindeki tüfekleri, şapkaları sadece benim değil bütün çocukların ilgisini çekiyordu. Okulda bile “küçük asker” diye şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorduk.
- Küçük asker, küçük asker
- Napıyorsun bana göster
- Tüfeğime bakıyorum
- Palaskamı takıyorum
- Kasketimi giyiyorum,
- Ben kışlama gidiyorum
Seviyordum askerleri. Büyüyünce asker olmayı bile istiyordum. Akşam oldu. Dedem eve gelmedi. Babamda, annemde bir tedirginliktir başladı. Hiç geç kalmazdı dedem. Tarlada işini bitirir bitirmez eve gelir, bir daha da dışarı çıkmazdı. Babam durup durup bana sordu; “Oğlum deden tarladan sonra bir yere gideceğim dedi mi sana?” Yok diyordum ama biraz sonra aynı soruyu annem soruyordu. Akşam sokağa çıkma yasağı olduğu için babam dışarı çıkıp da bir yere de bakamadı. Babam iyice tedirgin bir hâlde, aldığı nefesin sıcaklığı bütün odayı dolduracak kadar telaşlı, odanın içinde dönüp dururken; “Oğlum, sen neden dedeni tek başına tarlada bırakıp eve geliyorsun?” dedi. Ben de oynadığımı, canım sıkılınca da anarşist domateslerimi alıp eve geldiğimi söyledim. “Anarşist domates mi?” dedi babam.
Evet dedim. Tarladaki domatesleri, dedemin söylediklerini, eve geldiğimde de askerin domatesleri benden aldığını ve tarlanın yerini sorup hızla tarlaya doğru gittiğini söyledim. Babamın yüzü o anda öyle bir hâl aldı ki hepimiz daha çok korktuk dedem için. Ben neden korkmamız gerektiğini bilmiyordum ama babamın yüzündeki tedirgin ifade bütün odayı doldurmuştu. Kimse o akşam yemek yemedi evde. Öyle bir sessizlik vardı ki odanın içinde biz evdeki üç çocuk ne olup bittiğini anlamasak da bu sessizliği bozmaktan korkuyorduk. Ben bir ara babama sokulup; “Dedem eve gelecek değil mi baba?” dedim. Babam kıpkırmızı gözleri ile öyle bir baktı ki bir anda derin bir uçuruma düştüm sandım. “İnşallah oğlum.” dedi.
- Nedense her zaman bana büyük bir güven veren “inşallah” sözü bu kez beni uçurumun dibine yuvarlamıştı. Sabah olunca babam hemen çıktı evden. Karakola gitmiş, emniyete gitmiş, dedemin apar topar Ankara’ya götürüldüğünü öğrenmiş.
Babam eve dönünce omuzları düşmüş, başı sanki kocaman bir dağı taşıyormuş gibi eğilmiş, sesi kısılmış, nefesi kor bir alevi soluyor gibi bir hâldeydi. Biz sana haber veririz, deyip babamı göndermişler. Ankara’ya gitmek o kadar kolay değildi. Mecburen evde oturup dedemden haber bekleyecektik. Bütün olup bitene anarşist domateslerin sebep olduğuna kimse inanamıyordu. Hele hele ben hiçbir şey anlamıyordum bu olup bitenlerden. Domates işte. Biraz farklı, sert ama domatesti işte onlar da.
“Dedem eve gelecek değil mi baba?” dedim. Babam kıpkırmızı gözleri ile öyle bir baktı ki bir anda derin bir uçuruma düştüm sandım. “İnşallah oğlum.” dedi.
Dedemin alıp götürülüşünün ardından beş gün geçmişti ki babam hadi bir bakalım deyip tarlaya götürdü beni. Hiçbirimizin canı tarlaya gitmek istemiyordu ama tarladaki her şey dedemin emeğiydi. Tarlaya yaklaştık. Bir gariplik olduğunu uzaktan fark ettik. Tarlaya girdiğimizde bir de ne görelim; anarşist domateslerin olduğu yerlerin hepsini altını üstüne getirmişler, bütün domatesleri yolup koparmışlar, anarşist domatesleri ezmişler, tarlamızı savaş alanına çevirmişler. Babam domateslerin ortasına geçti. Diz çöktü. Öyle bir ağladı ki… Aylardan eylüldü. Hava serinlemeye başlamıştı. Babamın gözyaşlarıyla buz kesti her yer. İçim titredi. Büyüyünce asker olmayacağım dedim içimden, olmayacağım.