Akrebin telaşı

Ernest Hemingway
Ernest Hemingway

Ona nedensizliği sordular. Edirnekapı civarında bırakılmış tüy renkli sessizliği sordular ona. Bir kızın parmaklarını taşınmaz yapanın ne olduğunu sustular. Gecenin yeraltı tarihinden bir ağıtla geldiler. Yazarken yalan söyleyenin konuşmasına inandılar. Ona baktılar ve bırakılmış bir ömrü sustular sonra.

Kağıttan günler

Önce kış vardı. Öteki mevsimler güneşin niyetiydi sadece. Kartpostalda dans eden ölülerle ve dünyayla doluydu kış. Nefesimden havaya uçurumlar çizerek yürürken ben, sanki yıllar öncesine ait bir gövdenin içinden ürpertilerle geçmekteydim.

Önce Allah vardı. Şimdi Allah vardı. Sonra Allah vardı. İhtiyarlar sigara içerek bakışlarımı kirletip uzaklaşırken önümden, İstanbul’un oldukça uzağında, kendini 50’li yıllarda unutmuş bir kasabanın demirden sokaklarında önce ölüm vardı. Önce akşam vardı. Hepimiz o karanlığın içinden korkunç sıvılar halinde akardık sabaha. Güzel sessizlik. Sen tebessüm et diye ezberlediğim gramer… Cümleler bir kaybın uğultusunda kapkara parlardı. Önce ben vardım.

İhtiyarlar sigara içerek bakışlarımı kirletip uzaklaşırken önümden, İstanbul’un oldukça uzağında, kendini 50’li yıllarda unutmuş bir kasabanın demirden sokaklarında önce ölüm vardı


Pazartesi:

Gerçekleşmesini umduğum bir düş gördüm. o yüzden erken uyandım. Gerçek leş: İnsansızlık. Işıklar dağılmış battaniyeme. Duvarın bir kısmı aydınlık. Kimsesiz kahvaltılara karnım tok. Türküler çalsın bakalım.

Salı:

Aynada tertemiz bir sabah… Şeytan araya girene kadar avuntularımız var. O yüzden ayrılmakla senin yüzüne kavuşmak arasında küçük kum saatleri… Harflerin arasında mevsimsiz yolculuklar. Saat kaç? Kum saati kaç?

Çarşamba:

Akşam olurken oda, odada akşam olurken ben, “masadan düşen dünya”, masadan dünya düşerken o “aşınmaz zamanın” senin. Ayakkabılarını boyadığın siyah ve ellerinde peygamberlerin gölgeleri… Kum saatin bomboş.

  • Perşembe:
  • Bütün yapraklar havalanır. Devletin değirmeninde sıkışmış et parçaları. Sızan kanı diliyle tartıyor babamız. Kırmızısı daha yoğun olmalı. Ayakkabılarım acıyor.

Cuma:

Ne bu telaş? Dışarıda bıraktığın gençliğin seni mi bekliyor. Ping pong masasında bembeyaz zarlar. Köşeli olduklarından hep benim tarafıma düşmüşler. Dolaplar açılsa ve havaya savrulsa mürekkep lekelerim. Tüm kırmızılar yüzüme düşse. Ayak seslerinin dokuduğu kilimlerden mis gibi tozlar…

Cumartesi:

Uykularımın bir ucundan baş ağrılarıyla güne sarkıyorum. Edebiyat bana aynısını anlatacak. Cumartesilerin yalancı hürriyetinde kendime sapmalar ve uzak bakışlarımın minyatür İstanbul’u bir yerlerde akıp duracak. Kitaplarım ölmüş. Biz, hepimiz, söyleyin bakalım dünyada ne yapıyoruz. Kum saati tamircileri öleli hayli zamandır…

Kulakların çınlasın Raskolnikof!
Kulakların çınlasın Raskolnikof!

Pazar:

Markette pilav suratlı aile formatları… Sitenin elverdiği küçük dinlenmelerinin parkında, bir de termoslar çekirdekler varsa kurdukları dünyayı dizlerinde nasıl da sallıyorlar. En küçük burjuvalar bunlar. Zaten büyümeyecekler. Bulundukları yerden sersem olmuşlar. Jöle kafalı oğlanlarının top oynayışına tutulmuş bazıları. Büyüyünce küçük olacak onlar. Bak şu yaşlı kadın bu apartmanı 3 yıldır yönetiyor. Menopoz döneminin baharında nasıl şevkle veriyor makbuzları. Sanki liderimiz! Bunun kafasını baltayla kesmek vardı ya… Kulakların çınlasın Raskolnikof!

Türkiye poşet cumhuriyetinin bir ferdi olarak elmalarımla ve ekmeğimle dönüyorum eve.

Demek her şey senin için ekmek… Sen ne içinsin söyle bakalım? Doyanlar ölebilir. Ateş çemberindeki akrep ben değilim. Ben o akrebin bir ömürlük telaşıyım. Gene başlıyor: Pazartesi Salı Çarşamba… Tüm otobüs bu şarkıyı söylüyor. ellerinde poşetler ellerinde çocuklar ellerinde ekmek artıkları…

Yazmak taşa sürten tuzsuz bir dildir. Yazmak hayvandır evcil. Kılı kırk yaranın kırk birinci hamlesidir. Ve gökyüzü daha da uzaktır. Yazmak serttir ve canlıdır.

Üslup travması

“Ne garip /Şu ikindi sazlıklarında / Federico adında olmak”

Çok eski bir şarkıyı söylüyor sanki bu soğuk hava. Saate baktım ve “bu zamanın esiriyim” dedim. Kadranın yüzeyinde birikmiş rakam öbeklerinin günün içindeki karşılığı, ancak ruhumun erken saatlerine denk düşen, aslında canlı ritminde aldanışlardan ibaret.

Çocukları çokça görerek çocuk imgesi de anlamı da kayboluyor bir kez daha. Çocuk, konuşan ve şımaran bir şeyden fazlası değil 18. yılın durgunluğuna karşın. Ama bir öğrencimin, arkadaşından bahsederken söylediği “En iyi tarafı kötü olması” cümlesindeki zekâ parıltıları beni dinlendirmeye yetebiliyor. Güvenlik kulübesinde sobayla göz göze kalıyorum sigara refakatinde. Ben bu sobaları iyi tanırım.

Hatıra bile etmeyen hatırlamalardan ibaret bir sessizlik burası. Kar yağmış diye sevinmiyorum. O sevinç de elimden alındı ya da ben geri aldım bu türden pıtırcıklıkları…

  • Bu yazının bendeki imgesi ve öncesi, başlığın gümbürtüsü, bu satırlardan kat be kat dokunaklı ve okunaklıdır. Ama kahrolası uyuşuk ruhum elimden tutunca bu oluyor işte: Kar kaplı ovaların bilgeliğinin gölgesinde pusmuş bir üslup.

Saçlarına bakıyorum ve saçlarına bakışıma bakışım aklımdan çıkmıyor bir türlü ve saçlarına bakışımın özgürlüğüne ulaşamıyorum. Hastayım saçlarına. Bunu söyleyince gülüyor arkadaşım. Sarışın saçlara bin yıllık zaafım sanki bir tebessümlük hatırlamaları yazıda çoğaltmak. Biliyorum öğleden sonranın şiirini yaşayacağım ben:

Bazı kelimelerle yeniden tanışıp durmak ve sonra “Bu anların karşılığı Ya Rabbi, nedir?” in ötesinde, “Bu anların karşılığı bu anların doğurmaktan bıkmadığı benzer anlara yakalanmaktır”ı bulmak. Eşikte beklemek sandığım şey aslında her şeyin ta kendisiymiş ve beklemek başka bir kelimeyle yer değiştirse gerek artık. Dünya bir eşik haline geldi. “Dişimin ağrısına mı üzüleyim, yoksa geçeceğini bildiğim için sevineyim mi?” Avluda rüzgârlaşırken zaman, akşama yazacağım yazıya mı doldurayım içimi? Duvar önü gelgitlerini şimdi bulamayışımı mı? Gitgide bir resme dönüşüyor bekleyişin manzarası. Ve ben bir resmi beklercesine kalıyorum kendimde. Saate baktım. Bakar bakmaz geceyi gördüm bu sefer.

Kış uykusunun karanlığından

Ona nedensizliği sordular. Edirnekapı civarında bırakılmış tüy renkli sessizliği sordular ona. Bir kızın parmaklarını taşınmaz yapanın ne olduğunu sustular. Gecenin yer altı tarihinden bir ağıtla geldiler. Yazarken yalan söyleyenin konuşmasına inandılar. Ona baktılar ve bırakılmış bir ömrü sustular sonra.

Yazmak elbette yalan söylemektir. Hiçbir yazı doğrunun ağırlığına yeğ tutulmaz. Ama taşralı kızların en tabii makyajıdır yazı.

Bir istasyon memurunun saçlarını ağartan sessizlikler olur bazen. Duvarlara düşen gölgelere bakar yazılar. Her ikindi vakti yazının yarattığı bir sızıdır. En siyah renk yazıdır. Beyazdan da aktır bazen. Yazmak bomboş bir dükkândır müşterisi olmayan. Beyhude bir hayatın izini sürenler yazılarla karşılaşırlar. Aşk ise okunaksız bir alınyazısıdır çoğu zaman. Annemin söylediği her şeydir yazı ve babamın ömrümü dolduran suskunluklarıdır da. Yazmak gökyüzüne atılmış bir adımdır da gök her defasında boşa çıkar. Estetik bir öfkedir ve cennetteki sıkıntıdır yazmak. Cehenneme su damlasıdır…

Yazıda mükemmelliğin ölçüsü hayatın saatinin akışına ayak uydurması mıdır? “Şurası olmuş, şurası olmamışı”ı neye dayanarak söyleriz? Neyin neresi eksiksizdir de yazıya mihenk olur o? Yazı ne gibidir? Zamanın kronolojik akışına ayna olursa yazı mükemmel midir? İçimizde ölçülü ve güzel bir gidişat vardır da yazıyı ona bakarak mı değerlendiririz? Ve o nedir? Güzel dediğimiz tüm bunlardan bağımsızdır ya, ona mı bakılır?

O vakit şunu yazayım ben: Yazı birden kendi zamanını ve ölçüsünü dayatır ve onu o özerk oluşu içinde değere tabi tutuveririz. Böyle gidiyorsa güzelce, şurası bu güzelliğe aykırı hayat bulaşığı bir yer haline gelmiş ve silinsin denir. Yazıda aslolan kendisi olmasıdır ve kendisi olmaya yüz çevirdiği anlarda yazı elimize düşer çırılçıplak.

Yazmak gökyüzüne atılmış bir adımdır da gök her defasında boşa çıkar.
Yazmak gökyüzüne atılmış bir adımdır da gök her defasında boşa çıkar.

Kader kitabına sokulmaya çalışan ukala kelimelerdir yazı, ama o kitabın şahidi olmaktan öte değillerdir. Yazmak tende harf harf kabarmadıktan sonra boştur. Kalbin kan oranına denk değilse mürekkep, kızların yürek burkan günlüklerinden başka bir şey olamaz yazmak…

Yazmak taşa sürten tuzsuz bir dildir. Yazmak hayvandır evcil. Kılı kırk yaranın kırk birinci hamlesidir. Ve gökyüzü daha da uzaktır. Yazmak serttir ve canlıdır. Ne romantizmin diklenişidir, ne sızlanmadır. Odur, öyledir ve öyle de olacaktır. Yalandır, ama başka da bir özgürlük yolu olmadığı için kendi düşenin ağlamaktan sonra geçtiği eşiktir. O bekletilmiş, dağınık sessizlik. Dipsiz kuyu. Acemi hüner. Yalnızların taş kalbi. İç çeken gece. Parmak uçlarımdaki hayalet!

Hemingway olsaydı(m)

“Burası güzel” dedi oğlan, “istersen buraya oturalım.” kız sessizce onayladı. Montunu boş sandalyeye bıraktı. Cam kenarındaki masalardan biriydi. akşam olmak üzereydi ve masalar birazdan dolardı. Öğle vakitleri neredeyse bomboş olurdu kafe. Önümdeki masadaydılar ve kızın sırtı bana dönüktü. Siyah kazağı güzeldi kızın. belki ikisi de belki 17 yaşında. Oğlan kıza winston light uzattı. Sigaralar yanar yanmaz konuşmaya başladılar. Garsona iki çay söylediler. Oğlan garsonun uzaklaşmasını izledi.

-Kaçta çıktın okuldan?

-Üçte. Ama yarım saat falan otobüs bekledim. sen?

-Yeni geldim. Ustanın haberi yok. Hakan’a söyledim, beni idare edecek.

-Burası ne kadar kalabalık yaa!

-Nazlı?

-Efendim

-Gidelim mi?

-Nereye?

-Deniz kenarına. Sahilde gezeriz. İyi olur.

-Yorgunum yaa.

-Sen bilirsin.

Garson çay fincanlarını masaya bırakırken sustular. İçerisi dolmaya başlamıştı. Dışarıda deli bir rüzgar insanların yürümesini zorlaştırıyordu. sokağın ışıkları yanmaya başlamıştı. Birazdan yağmur yağacak. Kahvemi dalgın dalgın karıştırıyorum. Bu parmaklar bana mı ait? Sanki başka birinin parmakları. Bir sigara yakıyorum. Kazağıma baktım. Yıllar önce biri bana “Seni hiç unutmayacağım biliyor musun?” demişti. Böyle bir kafedeydik ve aynı kazak vardı bende.

  • Aynı parmaklarımla ona “Unutursun” demiştim. Kızların duyarlı görünme çabalarından biriyle daha karşılaştığımdan takmamıştım. Sözlerine inanmayışıma içerlemiş ve küskün bakışlarını başka tarafa çevirmişti.

Gözüm kızın kazağında. Annesi örmüş galiba. oğlan çok rahat değil. Kızın telefonu çaldı. İlgisiz görünmeye çalışsa da oğlan, yüzü değişti.

-Efendim… sağol, sen… teşekkür ederim… dışardayım… evet… hı hııı… niye sordun… bir arkadaşla... hayır… haayır… hı hııı… tamam… sonra... ne yapcaksın adını… olmaz, sen bul… peki… görüşürüz.

Konuşma boyunca oğlanın yüzü cama dönük. Sanki kuşkularını dışarı baktıkça dağıtacak. Dudakları daha da yapıştı birbirine. Sanki bir şeyler söyleyecek de nerden başlayacağını bilemiyor.

Nokta dergisinin 1988 yılında yayımlanmış kapaklarından biri.
Nokta dergisinin 1988 yılında yayımlanmış kapaklarından biri.

-Kim o?

-Bir arkadaş.

-Bir arkadaş?”

Bir arkadaş” olan benim.

-Benden böyle bahsetmen hoşuma gitmedi.

-Ne var bunda yaa

-Tamer de mi?

-Boş ver yaa!

-Hala niye arıyor o salak?

-Aramasın mı?

-Arasın mı?

-Üff…

Soruma soruyla cevap verme. Kız ayaklarını sallıyor ama mutlu. Oğlan ayaklarını daha hızlı sallıyor. Aradığı lafları bulacak sanki. Konuşmanın bundan sonrasını tahmin ettiğim için onları duymamaya karar veriyorum. Önümdeki adisyona bi şeyler yazıyorum.

Hemingway’in her hangi bir öyküsüne benziyorlar. Burası da öyle. Ne kadar sade ve kısa öyküleri var onun. İnsan okurken huzurlu hissediyor kendini. Keşke şimdi çıkıp gelse solgun balıkçı kazağı, beyaz sakalları ve mavi gözleriyle. Yakışıklı yakışıklı baksa bana ve masama otursa. Piposunu yakıp ona bir kahve ısmarlasam. Cesaretimi toplayıp sorardım “Baba sen onca yaşadığın halde neden eserlerin sade, gösterişsiz?” O da muhtemelen şöyle derdi: “Evlat, sorunun cevabı soruda saklı.” Sanırım o hızlı değil,- kesik kesik ve arada susup etrafına bakarak konuşurdu.Ona “Hemingway hiçbir şeyin dindiremediği yaşam kırgınlıklarına bir av tüfeğiyle son verdi.” cümlesini söyler ve neden intihar ettiğini sorardım.

“Yazdıklarım tıpkı hayat gibidir. Hayat yazdığım gibi. Edebiyatı, hayatı daha güzel ya da daha gösterişli görmek için okuyorsan başka kapıya.” derdi.


Sohbet koyulaştıkça, İspanya iç savaşından, av tutkusundan, İzmir rıhtımından, Afrika’dan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşından, Küba’dan, “Yağmur Altındaki Kedi”den, boks merakından,yaşlı adam ve denizden, hayattan konuşurduk. alaycı ve zeki bakışlarını üzerimde gezdirip anlatırdı.

Sonra onunla ilk karşılaşmamı anlatırdım: Yıl 1988. Orta 1’deyim. Köyden ilçeye küçük bir Ford minibüsle gelir giderdik. Bir gün okul çıkışı gelmeyen talebeleri bekliyoruz minibüste. Sanırım ticaret lisesine giden Ekrem diye bir öğrenci daha vardı. O gün sağımdaki tek kişilik koltuğa oturmuş Nokta dergisini karıştırıyordu. İyi hatırlıyorum kapının yanındaydı Ekrem. Derken arka kapağa gözüm takıldı.Kapakta senin balıkçı kazağıyla çektirdiğin, beyaz sakallı yüzünün bilgece bakışlarıyla dolu bir fotoğrafın ve üstte tırnak içine alınmış şu cümle vardı:

“Yaşasaydım, yalnız Nokta’da yazardım.”

Kafam karışmıştı, çünkü ölü bir adam nasıl böyle cümle kurabilirdi? Sonraları aklım erdikçe bunun fırlama bir reklamcının zekice buluşu olduğunu anladım ve çok beğendim. Hala en güzel reklam metni odur benim için.

Hemingway beni mütebessim yüzüyle dinledi ve “Bak sen şu pisliklere!” deyip bir kahkaha attı. Sonra etrafına bakmaya başladı. Ben de onun bakışlarına daldım. Hayatla bütün hesabını görmüş ve yazdıklarına sadece bu hesaplaşmanın sonrasında hatırda kalan sadeliği olduğu gibi anlatmış bir adam vardı karşımda. Alnına düşen gümüş renkli saçlarını eliyle arkaya doğru atıp; “İçki içebileceğim bir yer” bilip bilmediğimi sordu.

Hemingway beni mütebessim yüzüyle dinledi ve “Bak sen şu pisliklere!” deyip bir kahkaha attı.
Hemingway beni mütebessim yüzüyle dinledi ve “Bak sen şu pisliklere!” deyip bir kahkaha attı.

Az ilerdeki birahaneye götürebileceğimi ve isterse orada bira içebileceğini söyledim. Masadan kalktık. Yanlarından geçerken Hemingway kıza beni dinlerkenki bakışlarıyla bakıp tebessüm etti. Kız saf saf arkamızdan bakarken kafeden çıktık. Hiç konuşmadan birahanenin kapısına kadar geldik. Cebimden sigara paketini çıkarıp uzattım. Gülümseyerek aldı. Bir tane kendine bir tane bana verdi. Paket sizde kalsın dedim. Teşekkür etti. Yanında kalmayı teklif etmedim çünkü yalnız kalmak istediğinden emindim. Elini omzuma koyup gülen gözleriyle bana baktı ve; "Evlat! Hayat, edebiyattan büyüktür!” dedi. Sonra da birahaneye girdi.

Aklımda “Yaşlı Adam ve Deniz”in son paragrafıyla, yağmur bekleyen sokaklardan evime yürüdüm ben de…

“Yaşlı adam yokuşun bitimindeki kulübesinde uyuyordu. Yüzükoyun yatmıştı ve çocuk hala yanında oturmuş onu izliyordu. Yaşlı adam düşünde aslanları görüyordu.”