Ahmet Özhan: Akıllı insan aklını nerede kurban edeceğini de akleder

Ahmet Özhan: Akıllı insan aklını nerede kurban edeceğini de akleder.
Ahmet Özhan: Akıllı insan aklını nerede kurban edeceğini de akleder.

Hikâye şöyle gelişti: Ramazan yaklaşırken, sevgili refikimiz Aykut Ertuğrul ile sözleşip, Karagümrük Nureddin Cerrahi Tekkesi’ne gidelim ve Cins için Ahmet Özhan’la bir söyleşi yapalım dedik. Dostumuz Mustafa Akar’la konuşup günü sözleştik. Aynı gün, Furkan Çalışkan ve İsmail Kılıçarslan’la birlikte tekkenin sofasında buluşup sohbete giriştik. Bu odur.

Yusuf Genç: Ocak ayının başında, sizin tavassutunuzla, geniş katılımlı bir etkinlik düzenlendi: “Tevhid ve Nübüvet Sempozyumu”. Böyle bir çalışmanın gerçekleşmesi konusunda hususen bir arzunuz olduğunu bildiğimiz için soruyorum; bu sempozyum bugünkü kavrayışta bir yetersizlik görüldü de bunun üzerine mi yapıldı? Orada murat edilen neydi?

Eyvallah, maşallah. Nübüvvet, esas konumuzun içerisindeki bir uç. Nübüvvet; tümelden açığa çıkan, tümelin içindeki bütün cevheri açığa çıkartan bir uç. Önemli olan “Tevhid”, “Vahdet”. Vahdeti işaret etmesi açısından nübüvvet üzerinden gittik. Bizim bütün davamız vahdet algısını sağlamlaştırmak ve “ötekisizlik” kavramını yerleştirmek. Çünkü ötekisizliği kavramadığımız müddetçe kavga bitmez. Anlaşma olmaz. Feragat olmaz. Paylaşım olmaz. Sen-ben olur. Bizim bütün gayretimiz ötekisizlik üzerine. İşte nübüvvet, ötekisizliği getirdi bize. O, bize bunu müjdeledi. “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah.” dedi. Kardeşlerim de bunu başlık olarak seçtiler.

Y.G.: Bu “ötekisizlik” vurgusunu açmanızı rica etsek?

Benim davam: Ötekisizlik. Barış, başka türlü olmaz. Sen sen, ben de ben olduğumuz müddetçe mutlaka bir yerde birbirimize takılacağız. Ama sen de bensin aynı zamanda, ben de senim. Aynı kökün izafi açığa çıkışlarıyız. Madem ki Cenab-ı Hak “Nereye dönersen dön benim vechime dönüyorsun.” diyor. O zaman senle benim veçhim, aslında “tek olan”ın veçhinin açığa çıkışından başka bir şey değil. Bugünkü dünyanın haline bakalım… “Vaktin nakdi” diye program yapıyoruz. Şu anda akan kanı durdurabilmenin ve bugünkü derde derman olabilmenin en kestirme yolu “ötekisizlik” meselesini kavramak. Dünya konjonktüründe de, kişisel ilişkilerimizde de, kendi yurdumuzda da faydayı temin etmek için ötekisiz bir görüş sahibi olduğumuz zaman çok fazla büyük sıçramalar yapabiliriz. Bunun özlemi içerisinde böyle bir derdimiz vardı. Ben de arkadaşlarla bunu paylaştım.

Y.G.: Dünyaya baktığınız yer burası yani…

Benim tekke anlayışım, hiçbir zaman mahalle âdetlerinden ibaret olan bir davranış biçimi olmadı. Buraları Muhammedî bir açılımın kapıları olarak görüyorum ve bu açılım elbette zülcenaheyn olmalı. Yani, çift kanatlı olmalı. Bir tarafta didaktik ilim, bir tarafta da o ilmin ruhunu ortaya koyan ilm-i ledünn… Birinden biri eksik olduğu zaman kuş uçamaz, tek kanatlı kalır. Bugün tarikatlar denilen yerler, kadim metinlerden bugünü okuyabilen bir ilmi perspektife sahip olmadığı müddetçe insanları ikna etmeyi beceremez. Yani tarikatsız şeriat atıldır. Şeriatsız tarikat batıldır. Bunların bir tanesi eksik olduğu zaman yürümez. Bu kavram kendi içerisinde, âdetlerin ötesinde evrensel bir meseledir.

Âdetperestlikle, hatıraları yürütmekle, işte rahmetli şöyle bakardı da kapı açılırdı da duvar yarılırdı da falan geçin bunları efendim… Benim bütün davam; bütün varlık âleminin Cenab-ı Hakk’ın âlem sıfatının açığa çıkışından başka bir şey değildir ve bu ilimdir. Ama ilim dediğin zaman, bugün akla hep seküler ilim anlayışı geliyor. Hayır. O, cevizin dış kabuğu. Cevizin meyvesi, esası ne? Bu esas ne yeşil kabukta, ne içindeki zarda, ne içindeki bembeyaz meyvede. Onu yiyeceksin, hazmedeceksin; o da kana karışacak, beyne gidecek, gönle gidecek. Şuurlanacaksın, böylece farkındalık sahibi olacaksın ve eyleme geçeceksin. “Meyveye baktım, ceviz dedim.” demekle olmaz. Bütün derdimiz, bütün sancımız bu. Bu yüzden burada güzel bir akademik kadro var. Allah’ım razı olsun sevgili kardeşlerimden. Netice itibariyle hakikaten hoş bir iş oldu. Önemli olan gündemi oluşturmak. Bu tasavvuf ve tarikat meselesinde İslam aracıdır. Din de, peygamber de, nübüvvet de birer aracıdır. Bütün hadise vahdettir. O sonsuz zü’l-celâl ve’l-ikrâmın varlığının hissedilmesidir.

Biliyorsunuz siz bunları, dergi çıkarıyorsunuz. Dergi çıkartmanın bir formatı var. Sanatçı olmak itibariyle ben de senelerce medyanın içerisinde bulundum. Gazeteci çok arkadaşım oldu. Gazete çıkartmanın bir formatı var. İşte tarikat da, mezhep de, din de bütün haberi verip insanları şuurlandırmak için formatlanan iletişim araçlarıdır. Önemli olan bu araçların bir istasyon olduğunun, bir araç olduğunun farkına varıp yine bu araçların disiplinine uyup, çalışıp gereğini yerine getirmektir.

Öte yandan üniversitede tasavvuf dersine giren akademisyen kardeşlerim diyorlar ki: “Efendim, tasavvuf demeye, tarikat demeye korkuyoruz.” Su-i misal, misal teşkil etmez. Bu misallerden yola çıkmamamız lazım. Gücüme gidiyor, ağrıma gidiyor. Muhammedî şuur söz konusu olduğunda bu tür teferruatlar komik kalır. Bizi o vahdete ulaştıracak olan şey disiplindir. Çok uzattım, çok özür dilerim.

Y.G.: Estağfurullah efendim. Burayla ve sizinle ilgili özellikle dini ritüellerin tahfif ediliyormuş gibi sunulması ile ilgili bir şey var sosyal medyada. Özellikle sizin ifadeleriniz üzerinden, anlamı çarpıtarak bir şeyler söyleniyor…

Çok güzel bir kıssa vardır. Kuş yerde yemleniyormuş. Bana bir zarar gelebilir diye insanlar gelirken de onlardan kaçıyormuş. Yine bir gün insanlardan kaçıp yemlenirken bir de bakmış; başında sarığı, sırtında cübbesi olan biri geliyor. “Bu Hoca Efendi’dir, bundan zarar gelmez.” demiş ve kaçmamış. Hoca da yürürken ayağının ucuyla kuşa vuruvermiş, kuşun kanadı kırılmış. Bunun üzerine kadıya gitmiş kuş. “Şikâyetçiyim.” demiş ve olanları anlatmış. Kadı da “Ee, o zaman kısas icap eder. Biz de onun kolunu kıralım.” demiş. Kuş da “Yok kolunu kırmayın, kıyafetini çıkarsın.” demiş. Zahir bütün koreografiler, ritüeller, yaşam biçimleri ve kılık kıyafetler bir şeyi işaret etmek içindir.

“Tek kurtuluş yolumuz, Muhammed-i İrfan’a sahip olmaktır”

Aykut Ertuğrul: Cumhuriyet’ten bugüne baktığımızda toplumun tarikat algısı değişiyor. Aslında hâlâ değişmesi gerektiğini ifade ettiniz az önce ama ilk dönemlerde medyanın katkısıyla çok olumsuz bir görüntü vardı. Son 20 yılda bu değişti mi? Bu konuda gözlemlediğiniz şey nedir?

Bu bir tarihsel gerçeklik. Bizim Cumhuriyetimizi kuran ekip bu meselelere kapalıydı. Dış mihraklar vardır, başka bir anlaşma vardır, şundan bundan şöyle olmuştur, aksi takdirde böyle olurdu falan filan gibi birçok şey var. Bu tarafa girmeyelim. Fakat Cumhuriyet’in tercihleri daha seküler bir devlet yapılanmasına ve bunun doğrultusunda da halkın o şekilde eğitilmesine yönelikti. Bunlara spekülatif olarak yaklaşan bir beyin yapısı tabii ki bunları içselleştirmez ve reddeder. Böyle bir şey tercih edilmişti. Güç, onların elindeydi. Tercihlerini bu şekilde kullandılar. Bu sorunun cevabı budur. Yalnız şöyle bir şey söyleyeceğim: Hırsız suçlu da kapıyı açık bırakan ev sahibinin suçu, günahı yok mu? Sen tarikat ilmini hazırlamaya çalıştığın seviyede tatbik etseydin zaten o kadrolar inkıraz etmezdi. O kadroların böyle bir düşüncesi olmazdı. Muktedir olurlardı. O kadroların böyle düşünmelerinin sebebi, dünya konjonktüründe iktidarı kaybetmeleriydi. Onun için nasıl toparlanılması gerektiğini düşünüyorlardı.

Meşreplerin de burada etkisi vardır. Yaşamlarını biçimlendirme şekilleri ve zevk çeşitlerinin de tesiri mevcuttur. Sadece Cumhuriyet ile izah edilecek bir mesele değil bu. Üçüncü Selim’den beri devam eden bir inkıraz vardı. Devletin içten kurtlanması itibariyle iktidarını yitirmesi ve bundan rahatsız olan insanların çareler araması üzerine birtakım görüşler uygulanmaya çalışıldı. Şimdi geldiğimiz noktada madem ki demokrasi diye bir şey var. Bunu doğru dürüst kullandığımız vakit ve kullanan insanlar da neyin ne olduğunu düşünerek hareket ettiği zaman bu sorunlar zaten aşılır. Aslolan; bu işleri yapan insanların vahiy moraliyle hayata ve eşyaya bakma ihtiyacı hissederek kafalarında bu hissin dışında başka bir ajanda tutmaması gerektiğidir. Bu işleri yapan insanlar vahyin namusuyla hareket edecekler. Derdini de söyleyeceksin, teklifini de söyleyeceksin, hizmetinden de eksik durmayacaksın. O zaman karşındaki insan seni düşman ittihaz etmez. O zaman devlet baş tacıdır, millet baş tacıdır, hizmet baş tacıdır.

Geçen gün bir kardeşimin konuşmasını gördüm; “Şunu şunu sevmem ama masaya oturursak bir yol buluruz, bir yerde ortak paydaya varırız.” dedi. Bugün, Özgür Özel ile de ortak paydaya varabilirsin. Yeter ki bu niyetle bir araya gel. Ama bunu gerçekleştirmek ve bu niyetle bir araya gelebilmek için insanın; varlığın yapısallığından ve herkesin bir kader üzerine yaratılmış olduğunun farkındalığından haberdar olup hareket etmesi lazımdır. Eğer bir kişi öyle davranıyorsa, onun esma terkibinin dışa vurumu bu ise ve o yeteri kadar şuurlanmadığı için bunun tasrihine değil de iddiasının peşindeyse, ona mühlet vermek ve onu aydınlatmaya çalışmak lazımdır. İşte bu az evvel konuştuğumuz kavram aslında: Ötekisizlik. Derdimiz de bu. Böyle olduğu zaman diyalog için barışır ve bir yol buluruz. O zaman da mutlaka anlaşırız. Medine Site Devleti’nde bin türlü çeşitli inanç, davranış ve âdet sahibi insanlar nasıl anlaştılar? Muhammed-i İrfan’la. Muhammed-i İrfan’a sahip olmamız lazım. Tek kurtuluş yolu odur.

Siz bir soruyorsunuz. Ben bin söylüyorum kusura bakmayın.

Y.G.: Estağfurullah, vaktimiz yetmez diye endişe ediyoruz.

Sen spot soru sor, ben de spot cevap vereyim o zaman.

İsmail Kılıçarslan: Efendim geçenlerde Rahmetli Ömer Tuğrul İnançer Efendi’nin bir röportajını okudum. Bu kanaatim bir kez daha pekişti. Tuğrul Efendi, Şeriat-ı Garra’dan bir adım geri çekilmezdi ama bütün iletişim kapılarını da açık bırakırdı. Doğru bildiği şeyden bir adım geri atmıyor ama çok ince bir çizgi olarak da bütün iletişim kapılarını açık bırakan bir tavra sahip oluyor. Şimdi galiba Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu şey, dindarlık görüntüleri açısından söylüyorum, eğilip bükülmemek ama aynı zamanda o iletişimi de açık tutmak. Buradan hareketle sormak istiyorum, bu iletişim nereye doğru yönelmelidir?

Eğer imajlar ıslah edilmez halde deforme edilmişse, anlam itibariyle imajların yerine başka bir şey koymak icap edebilir.
Eğer imajlar ıslah edilmez halde deforme edilmişse, anlam itibariyle imajların yerine başka bir şey koymak icap edebilir.

Tarikatların genel ekseri didaktik ilim değil zuhurattır. O ilim kanalının çalışmasıdır. Oradan işaretler alınır ve ona göre güncellenir. Burada söz konusu şuurlu bir tarihselciliktir. Dinamiği oradan alıp konjonktürün icabı ne ise ona göre onu irfanlı bir şekilde, bir platform haline getirebilmektir. Tarikatların da yapması gereken budur.

Hazreti Pir Efendim, 350 sene önce içtihad etmiş. Bunun bugünkü okunuşu nedir? O okunuş bugünkü sosyal ortamda nasıl içselleştirilebilir? Bu, bir anlamda tırnak içinde bir pedagojik ve mürşidane bir yaklaşımdır. Halkın da irşada ihtiyacı vardır. “Bu böyledir.” diye birden oraya koyduğun zaman onu kaçırırsın. Cenab-ı Hakk’ın bir ism-i şerifi, sıfat-ı şerifi de Halim’dir. Yavaş yavaş ve hilmiyetle yaklaşacaksın. Çocuk da böyle doğar. Anne memesinden bir sıvı geliyor. Süt değil o. Tamamen çocuğun savunma sistemini oluşturan bir şey ve sonradan süte dönüşüyor. Bu sıvı çok sulu çünkü çocuğun sindirim sistemi onu ancak çözümleyebiliyor. Ardından çocuk mamaya ihtiyaç duyuyor. Ee dişleri çıktıktan sonra ona yemek veriliyor. Toplum mühendisliği de bundan ari bir irfanla olmaz ki. Bu işlerin hepsi aynı metodoloji ile zahirden, kesretten, vahdete götürücü birtakım tedbirlerden ibarettir. Tarikat da gaye değildir aracıdır, vasıtadır. Bütün mesele o Muhammedî şuuru, bir ihsan haline getirebilmektir. Bunun için her şey ve her şey payandadır. Bunu söylemeye çalışırım. Herkes de huşû içerisinde çalışmalıdır.

Ayrıca yeni bir ‘yenidenlik’ lazım. Eğer imajlar ıslah edilmez halde deforme edilmişse, anlam itibariyle imajların yerine başka bir şey koymak icap edebilir. Kalkıp da kökten bir başkalaşmayı kastetmiyorum. İmajları; bugünün algılayabileceği, anlayabileceği ve istifade edebileceği bir kıvama getirmek gerek. Mesela kıyafet meselesi… İslam’da örtünme vardır. “Şöyle örtüneceksin, böyle örtüneceksin.” yoktur. Örtünme kadın için de, erkek için de geçerlidir. Karşı cinslerin birbirlerinden tahrik olmayacak şekilde tahrik edici unsurlarını gizlemeleri gerekir. İlle cübbe giymek zorunda değilsin ama giyebilirsin de. “Ama cübbe giymeyen eksiktir.” diyemezsin. Zamanın ıslahı için davranış biçimlerini, kıyafet biçimlerini, iletişim biçimlerini ve zamanı anlayıp söz konusu zamana mürşidane bir yaklaşımla bakmak gerektir. Mükellef olan insanlardır. Çünkü tevhid ve vahdet konusunda -veya varlığın hakikati ve ontolojik gerçeklik konusunda- kafa yoran insanların mükellefiyeti vardır. Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. O zaman bilenlerin, bilmeyenlere mutlaka daha şefkatle yaklaşması lazımdır. Mühlet vererek yaklaşması lazımdır.

“İstidat, açığa çıkmak için yaratılmıştır”

Y.G.: Bu noktada, Aykut Bey’in sorduğu soruya iliştirerek soruyorum. Türkiye’de şöyle bir fotoğraf var; Cumhuriyet sonrası tekkeler kapatıldı. Sonra tırnak içerisinde merdiven altı bir şekilde varlıklarını devam ettirdiler. Bugün geldiğimiz yerde o nisbi rahatlama sonrası yeniden görünür oldular. Görünür örneklerin bir kısmı da olumsuz imajı yedeğinde taşıyor. Düne kadar makul kabul edilen yerlerde, bugün görüyoruz ki tartışmalı ve tuhaf durumlar ortaya çıktı. Özellikle oluşturdukları ekonomi ve bunun paylaşılması bağlamında… Tam da bu keşmekeş içerisinde, “Ben doğru yolu bulmak istiyorum.” diyen birisi, nerede duracak, hangi yoldan gidecek, nasıl bir yol izleyecek? Bu keşmekeşten nasıl sıyrılacak?

Çok güzel ama çok zor bir soru tabii bu. Bu arayanın kime danışacağına bağlıdır. Arayan bir ihtiyaç içerisindedir. İhtiyacını karşılayacak ortamı nasıl arayacak? Mesela, Tuğrul Efendi’nin öncesindeki Safer Efendi Hazretleri Rahmetullahi Aleyh’in buraya olan intisabını küçücük, kısacık bir hikâye edeyim.

Fahrettin Efendim o zaman berhayat. Fahrettin Efendim, Valide Sultan’a, “Hanım biliyor musun? İkizler gelecek.” diyor. “Kim onlar?” diye soruyor hanımı. Fahrettin Efendim, “Gelecek sen merak etme.” diyor. “Peki, gelsinler bakalım.” diyor Valide Sultan. Fahrettin Efendi, yine aynı şekilde başka bir gün “Hanım, ikizler gelecek.” diyor. Bir üç beş derken hanımı da, “Ee gelecekse gelsin efendi. Kimmiş bu ikizler?” diyor.

Bir gün tak kapı çalınıyor. Safer’le Kemal. İki delikanlı. “Selamünaleyküm.” “Aleykümselam.” “Müsaitse biz efendiyle görüşmek istiyoruz” diyorlar. Valide Sultan, “Bir haber vereyim bakalım.” diyor. Ardından “Gelsinler.” diyor Fahrettin Efendim. Gidiyorlar. Selam veriyorlar. “Ne yapıyorsunuz, niye geldiniz?” diye soruyor Fahrettin Efendi. Onlar da cevaplıyorlar: “Vallahi biz kapı arıyoruz, biz mürşit arıyoruz. Onun için geldik.” Fahrettin Efendi, “Evladım,” diyor, “evvela sağı solu bir dolaşın. Bir sürü yer vardır. Sohbetlere katılın, sofralara oturun. İnsanları dinleyin. Bakın meşrebinize, gönlünüze göre sizi tatmin edecek olanları bir görün, sonra yine görüşelim.” Safer Efendim diyor ki: “Biz gideceğimiz yerlere gittik, herkesi gördük, seni beğendik.” “Peki, o zaman oturun.” diyor Fahrettin Efendim, “Yakın bakalım, cigara içiyor musunuz?” diye soruyor. Ses yok tabi. “İçiyor musunuz oğlum?” diye tekrar edince, “içiyoruz” diyorlar. “Biz hürmet budalası değiliz, muhabbet budalasıyız.” diyor ve başlıyorlar.

Gezip görecek veya talip olan insanın biraz şuurlu olması lazım. Akil olması lazım. Önüne gelene kapıldığı zaman ziyan olur. Eğer kalb-i selim sahibiyse Cenab-ı Hak onun karşısına güzel bir rehber çıkartır. Buna da emin olmak lazım. Ama meclise gittiğinde bak bakalım nasıl bir ortam var, nasıl insanlar var? Oradakilerin gözleri velfecri okuyorsa, oradakiler paradan, karıdan, siyasetten, ticaretten bahsediyorsa orada veba var, oradan kaç. Ama meclistekilerin derdi Allah ise, tevhid ise, Muhammedîlik ise yapış kal orda. Bu kadarını da yapsın artık arayan ya. Daha ne diyelim. (Gülüşmeler)

Y.G.: Gazeteci cüretiyle buna ilişkin bir başka soru da sormak isterim müsaadenizle. Tasavvuf geleneğinde ve menakıpnamelerde eskiden bugüne rüya veya işaretler görüp çağrılma hikâyeleri var. Bu hikâyelerde çağırılanın, çağrılmasına sebep olan şey nedir?

Nahn-u Kasemna. Onun portföyüne konulmuş olan istidat. Cevher, çamur içinde de cevherdir. Alırsın, çeşmenin altında tutarsın böyle pırıl pırıl parlar. Onun içindir ya “harabat ehlini hor görme zakir, defineye malik ne viraneler var” denir. Zaten defineler hep viraneden çıkar. Belirecektir. Çünkü o istidat, açığa çıkmak için yaratılmıştır. O istidat, o kişiye verilmiştir. Bir tevafuk mutlaka onu açığa çıkartır. Mesela küçücük yaşlarımda bir hayalim vardı. Yedi-sekiz yaşlarındayken; bir gün bir aksakallı dede çıkacak karşıma, “Ver elini Ahmet, hadi gidelim.” diyecek, ben de elimi ona vereceğim ve gideceğiz diye hayal ederdim. “Bu dede kim, nereye gidiyoruz, ne oluyor?” gibi soru ve hesabım hiç yoktu. “Annem ne der, babam ne der?” diye hiç düşünmüyorum. Gideceğiz işte. Gün geldiğinde, kader tahakkuk ettiğinde işte o el, Muzaffer Efendi’nin eliymiş. Tuttum onun elini. Bugünlere geldik.

A.E.: Tam da bu istidat üzerinden sormak isterim. Bu ötekisizlik meselesi, ileride çıkabilecek olan bir potansiyeli küstürmemeyi de içeriyor değil mi?

Hiç şüphe yok. Çünkü kimin ne olduğunu bilemeyiz. Bizim ona mutlaka olumlu yaklaşmamız lazım. Olumsuzlukları varsa şer-i şerif ne diyorsa o prensiplerde ona defans yapmamız lazım. Onu yok sayamayız. Bugün kimse kimseyi yaşadığı hayatından dolayı yok sayamaz. Hahamı, papazı, tırnak içerisinde hayat insanlarını, şunları, bunları kimseyi yok sayamayız. Kimin ileride ne olacağını bilmek mümkün değil.

Bir zata ziyaret için Tuğrul Efendim ile beni Konya’ya götürdüler. Ziyaret gerçekleşti. Ziyaretin sonunda ayağa kalktık. Ziyaret ettiğimiz zat ellerini omuzlarımıza koydu, “Siz, hiçbir şeye kem gözle bakma durumunda değilsiniz. Bakın evlatlar, Cenab-ı Hakk’ın fedai kulları vardır. Sen onu karşıdan bir fiili işler görürsün. Hâlbuki Cenab-ı Hak onu görevli olarak o fiili işleterek dolayısıyla başkalarıyla olan kader bağlantısını oluşturuyordur. Madem ki Allah ilmine sülûk eden, onu seven insanlar olma gayreti içerisindesiniz, sizin için kötü diye bir şey yoktur. Sadece hikmet vardır.” dedi. Bu noktaya gelebilmek lazım. Ötekisizlik bunu icap ettiriyor. Bu noktaya gelmedikten sonra ben ne anladım tarikattan, ne anladım İslam’dan, ne anladım ihvandan. Efendimiz böyle bir şey yapmış mı? Tek prototipimiz Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam. Hayatta kendisine en büyük acıyı yaşatan kişiyi, Vahşi’yi bile kabul etmiş. Kankası, kardeşi, emmisi, canı, ciğeri, dayanağının yüreğini çıkartıyor, yiyor. Bunu bile affetmiş. Bu işte en büyük örnektir. Herkes payına düşeni yapmakla mükelleftir. Bu işin özünde, Müslüman’ın özünde bu var. Müslüman, asabiyetle iş yapmamalıdır.

Y.G: Malum önümüz Ramazan. “Kim Ramazan’ın gelişine sevinirse cehennem ona haram kılınır.” buyuruyor Resul-i Ekrem Efendimiz. Oradaki “sevinme” kısmını biraz sizden dinlemek isterim.

Efendim, Ramazan’ın gelişine sevinmek; ezan okunduğu zaman namaz vaktine, vaktinin gelmiş oluşuna sevinmek; cebine mangır geldi, kırkta birini verebilmek için, kadir gecesini beklemeden, ticaret yapmadan sevinmek; “Hac imkânı çıktı, Ya Rabbim hamdü senalar olsun.” diye sevinmek. Bunların hepsi aynı sevinçtir. Hepsi Rabbine ulaşma yollarının kendine açıldığının farkındalığından ibarettir. Rabbine ulaşmak da zamansal ve mekânsal mesele değildir. Sadece kendi hakikatinin farkına varmaktır. Varılacak yer de insanın kendi hakikatidir, başka bir yer değildir. Kendi hakikatine varmaktır.

“Fabrikamız yok, holdingimiz yok, mangırımız da yok”

İ.K.: Okurlarımız adına sorayım. Son zamanlarda, özellikle etrafımdaki gençlerde, günahlarına güvenme davranışı görüyorum. Onların gönüllerini mesrur edecek, onlara umut verecek birkaç kelam talep ediyorum efendim.

Buraya kadar konuştuklarımız sosyo-ontolojik şeylerdi. Esas dava bu. Esas akan kan bu. Gençlerimizin, çağdaşlarımızın şu anda içine düştüğü, hakikat zannettikleri ve bütün boyutsallıklarda onları bedbaht edecek -ama şu anda farkına varmadıkları- algılama ve eylem biçimi. Yaramız bu. Tarikat şuydu buydu değil. Yaramız bu gençlerin telifatı. Dolayısıyla bu işlerle ilgilenen kişilere, onlara karşı çok radikal durmak değil, onlarla çok diyalog halinde olmak yakışır. Çünkü Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın söylediği gibi: “Ya Rabbi onları affet, onlar bilmiyorlar.”

İnadına öyle değiller, bilmedikleri için öyleler. Öğrenemiyorlar. Müesseseler sağlıklı çalışmıyor. (Sağlıklı çalışmıyor derken tabii bir meseleyi ortaya koyuyorum.) Çünkü bu müesseseleri “tarikat” diye isimlendirdiğin zaman illegal görülebilir. Ama “Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı” dediğiniz zaman bir legal olma durumu vardır. Biz bu kimlikle, Hz. Pir’in öğretisinden de istifade ederek hem kendimize hem de buraya uğrayan kardeşlerimize bir fayda üretmeye çalışıyoruz. Bu amaçla olmalı buralar. Havada uçmak, suda yürümek için değil. Durmadan yeni simalar görüyorum, hep gençler, hep gençler, hep gençler. Her gün artıyor. Mustafacığım burada şahit. Üniversiteliler, akademisyenler, şunlar, bunlar... Kırıyoruz, döküyoruz, sohbet ediyoruz, konuşuyoruz. Ondan sonra da Zikrullah esprisi içerisinde kendi koreografilerimizi yapıyoruz. Mutluyuz, bir şeyler olabiliyor. Birtakım zuhuratlar geliyor. Az önce söylediğimiz o ilm-i ledün kanalının çalıştığı da bir gerçek. İlham ediliyor gönüllerine. Dolayısıyla biz destek olmaya çalışarak onları daha da aydınlığa taşımaya, daha da emin bir beldeye taşımaya gayret ediyoruz. Onların hizmetkârıyız. Bundan başka bir şey söyleyemem ki babacığım. Ne diyeyim?

Bizim gibi gayret eden, çalışan nice yerler var. Allah için söylemek lazım. Daha çok üniversite kürsülerinden bu işi yürütenler var. Yeni akademisyenler içinde bu müesseseleri manevi veri tabanı olarak görenler de var. “Mesele artık bundan sonra bu platformda bu üniversite kürsülerinde olur.” diye düşünen ve bu müesseseleri, “Tekkeydi, şuydu, buydu.” diyerek içselleştirmeyenler de var. Gene de hizmet ediyorlar, eyvallah.

Biz, bu işin ritüeline de düşkünüz. O da çok değerli. Mesela bizim yeni konseptimizde “İslam Estetiği” çalışmamız var. Bunun içinde de zikir koreografilerinin açılımı, o hareketlerin arkasındaki anlam, mana, esma ile sıfatla ve zata giden yoldaki erişim metodolojisi var. Ceddimizden bize kalmış olan bu muhteşem mirası yok mu sıyacağız? Musikisiyle, koreografisiyle, zikrullah çeşitleriyle muhteşem. Bir devran diyorsun, kaç tane varyasyon var? Bir kıyam diyorsun, kaç tane varyasyonu var? Bunları da elde tutmak lazım. Biz bunlara da çalışıyoruz. Ve açığız. Başka bir ajandamız yok. Fabrikamız yok, holdingimiz yok, mangırımız da yok. Kardeşlerle üleştirip ortaya koyuyoruz, geçinmeye çalışıyoruz. Tek derdimiz hizmet. Başka da bir gayemiz yok. Allah’a şükür ben 18 yaşından beri şöhreti tatmış bir insanım. Bu saatten sonra bu işleri şöhret için de kullanacak değilim, böyle bir derdim yok. Allah’a hamd u senalar olsun. Hadise bu.

Bunu sağlayan ilk olta muhabbettir. Ben Muzaffer Efendimi bir kere gördüm. Ondan sonra 85 senesinin Şubat ayında göçünceye kadar o muhabbetim her gün arttı.
Bunu sağlayan ilk olta muhabbettir. Ben Muzaffer Efendimi bir kere gördüm. Ondan sonra 85 senesinin Şubat ayında göçünceye kadar o muhabbetim her gün arttı.

Y.G.: Bugünkü dünya, anlamlı bir hayat yaşamakla özgür bir hayat yaşamak arasında bir tercih sunuyor insana. İnsanlar İslami bilgiye de haiz. Yine de tırnak içerisinde o haz bağlamı dolayısıyla anlamlı olan ile özgür olan arasındaki tercihte bir bocalama yaşıyorlar. Buna ben de dâhilim. Gönlümüze de nefsimize de bir sağlıklı hareket alanı bulup teskin edecek bir yol inşa etmek için ne yapmalıyız?

Bunu sağlayan ilk olta muhabbettir. Ben Muzaffer Efendimi bir kere gördüm. Ondan sonra 85 senesinin Şubat ayında göçünceye kadar o muhabbetim her gün arttı. Elde olan bir şey değil, seveceksin. “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl.” Muhammedî bir muhabbet olması lazım, ondan sonra da İslam’ın disiplini. Şer-i Şerif; “Kıl kadar ayrılan fersah fersah ayrılır.” Onların bizi dışarıdan gördüğü gibi değiliz biz. Fakat irşatta kimsenin ümüğünü sıkmak yoktur. Yapabileceği kadarıyla başlatmak; severek, sevdirerek onu kemale erdirmek vardır. Evvela yapabildiği kadar yapsın. Namaz, niyaz, oruç, zekât… “Ben başımı kapatmadığım için namaz da kılmıyorum.” diyor bir kadın. Niye? Kıl namazını. O başka, o başka. Başını kapatmadın diye namaz senden sakıt olmuyor ki. Veyahut namaza yaklaşamazsın diye bir kural yok ki. “Namaz kılıyorum ama başımı örtemiyorum.” Allah sevdirsin. Madem ki Allah emridir, onun gereksinimi tam içine Cenab-ı Hak oturtsun bak nasıl bayıla bayıla kapatacaksın o zaman. Zorla güzellik olmaz ki. İşte tarikatta bu vardır. Medresede bu yoktur. Medresede kadı disiplini vardır. Tarikatta muhabbetten dolayı ona hilmiyetle zaman tanıma vardır. İrşat metodolojisi zaten böyle bir şey.

“Akıllı insan aklını nerede kurban edeceğini de akleder”

Y.G.: Resul-i Ekrem’in “Size iki şey bırakıyorum… Allah’ın kitabı ve Resulü’nün sünneti.” hadisindeki Kur’an ve Sünnet neden yeterli olmuyor? Resul-i Ekrem’in tavsiyesi bir insanın Müslüman olması ve cennete gitmesi sürecini yönetebilecek bir şey. Buradaki ince nüans nedir?

Ayet-i Kerime’de “Yâ eyyetuhen’ nefsul mutmainneh” diyor. Zahir ilimle mutma’inne gerçekleşmiyor. Mutlaka bir sevdanın, bir aşkın, bir sevgilinin gönle oturması lazım. “Sûr çıkar ağyarı dilden ta tecelli ide Hak / Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan.” Anlatabiliyor muyum?

Y.G.: İlim kanalları demiştiniz. Büyüklere yani yukarılara doğru bir kanal. Oradan da bu tarafa haliyle.

Oradan olmazsa bizden oraya olmaz zaten.

Y.G.: Bunu merhametle mi anlamak lazım?

Muhabbetle. Muhabbet de merhamet de vardır zaten. Muhabbet ettiğine merhamet edersin. Benim kedim var. Çok muhabbetim var. Döneniyorum etrafında onun gönlünü hoş edeyim diye. Beraber yatıp kalkıyoruz. Kardeşi var. Allah’tan onu da çok seviyorum. Ona da göz kulak oluyorum ama ötekine zaafım var. Gel de izah et bunu. Edemezsin. Adaletsiz davranmıyorum kesinlikle. Aynı mamalar, aynı baş okşamalar, aynı keyifler, ne isterse yapmalar. Ama ötekine baktığım zaman içimi okuyor. Böyle. Bu, insanın elinde olan bir şey değil. Onun için böyle bir sevdanın sahipleri ancak bağlanabilir, o sevdayı yaşar ve onun meyvesini toplar.

Y.G.: Onun nüvesi konulur insanın içine.

Terkibinde vardır o.

Y.G.: Çabayla elde edilmez, doğru mu anlıyorum?

Çabayla işletilir, ama yoksa çabayla da elde edilmez.

Y.G: Efendim o nüve sonradan konulur mu insana?

O, Cenab-ı Hakk’ın ilminde öyledir. Cenab-ı Hakk’ın Âlem sıfatında, ilmi suret olarak vardır. Ve tecellisi de o şekildedir. Sonradan ortaya çıkabilir. Vakti merhunu geldiği zaman sonradan ortaya çıkabilir. Varsa çıkar, yoksa çıkmaz. O, kendine göre yaratılmıştır. Onun için herkesi olduğu gibi kabul etmek lazım.

A.E.: Varsa eninde sonunda çıkmak üzere oradadır değil mi?

Çıkar. Valla gözümün nuru, varsa eninde sonunda çıkar. Kulağa çok hoş geliyor ama gayrete de âşık bu işler. Akıl var, te’miz kabiliyeti var, mantık var değil mi? Bunları niye vermiş Cenab-ı Hak? “Akletmez misiniz?” diyor Kur’an’da. “Düşünmez misiniz?” diyor. Hep bunlardan çıkarsamalar var.

Y.G.: Akıl, kendi standartlarını kabul edemeyeceği ya da sürekli yargılama mekanizmasını çalıştırdığı için tasavvufun “Aklı çok da merkeze koymayın.” şeklinde bir yaklaşımı varmış gibi görünüyor. En azından uzaktan öyle gözüküyor. Aklın ne derecede hüküm ferma bir alanı vardır?

“Akıl”ın etimolojisine bakalım: Ukul. Yani bağlantıları kuran bir hassa. E akıllıysan bağlantıları doğru kurman lazım. (Gülüşmeler) Bağlantıları doğru kurmayıp olması gerekeni açığa çıkarmıyorsan o kişi akıllı sayılmaz.

Y.G.: Kemalat yolculuğuna talip olan bir insan ya da Nietzsche’nin üst insanı olmaya çalışan birisi, o yolculukta aklının sınırlarını bozan yerler konusunda nasıl bir tavır sergilemelidir?

Akıllı insan aklını nerede kurban edeceğini de akleder.

Y.G.: Eyvallah.

Akıl bizim nefsimizin elindedir. Nefsimiz istediği gibi kullanır akıl: “Yiyelim, içelim, İstanbul gecelerine akalım.” Akıl bunu onaylar. Nefsin platformunda işler buraya gider. Ama akl-ı cüz’ü, nefsin elinden alıp akl-ı küll ile yani Cenab-ı Hakk’ın muradını ortaya koyan üst akla hicret ettirmedikten sonra o akılla… Bak, Trump da şimdi akıl ortaya koyuyor: “Gazzeliler Mısır’a gitsin, Ürdün’e gitsin.” diyor. Kendine göre bir akıl bu. Akıl değil demek ki. O zaman akıl: İnsaf ile şuurlu bir şekilde insanların saadetini temin edecek şeklin ne olduğunu düşünmektir. Demek ki akıl: Gazzelilerin tekrar ihya edilmesi ve kendi vatanlarında hür bir şekilde kendi iktidarlarıyla yaşamalarını temin etmektir. Akl-ı küll bunu emreder.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım