Ahlak da yaralanır
Bir kalbimiz var ve bu kalp aklımızın ihmal ettiği, görmediği veya önemsemediği şeyleri görüyor, hissediyor ve fark ediyor. Bilinç düzeyinde olmasa da bazı şeyleri ciddiye alıyor kalbimiz. İnsan kalbine aykırı davranmaya başladığında kendisiyle çatışmaya ve utanç duymaya başlıyor. Hatta insanlardan kaçmaya ve sonrasında için için tükenmeye, yok olmaya başlıyor. Bu ses hep var ve var olacak ancak biz o sese kulak vermeye başlarsak duyabileceğiz.
Kalbimizi muhafaza edip dondurmadığımız sürece kalbimiz bize hep bir söz söylemeye devam edecek. Onu dinlemediğimiz ve eyleme geçmediğimiz anda ise bir yaralanma durumu meydana gelecek. Ahlak ve kalp yara alıyor, vicdan sızlıyor. Buna psikolojik yaralanma da deniyor. Yani tıpkı kalp de vücudumuzun yara alıp kanadığı gibi aynı şekilde yaralanıp kanıyor. Taşıdıkları Şeyler isimli kitapta yer aldığı gibi “Bir savaş hikâyesinin gerçek olduğunu seni utandırmasından anlarsın.” Çünkü o vahşet, onca kötülük bir şekilde kalbimizi rahatsız etmeli. Beraber yaşayabilmemiz, başkalarının acılarına karşı duyarlılığımızı öldürmememiz için gereklidir bu durum. Birlikte yaşayabilmemiz kendimiz kadar diğerine karşı göstereceğimiz hassasiyetle eş değerde.
Yaralanmanın sonuçları ise öylesine şiddetli ki, kalbi ve vicdanı canlı tutmanın hayatta var olmanın yegâne yolu olduğunu bize gösteriyor. Sonuçları çoğu zaman travma sonrası stres bozukluğuyla karıştırılan bu yaralanma ancak yaralanmanın kıymetini bilenlerce doğru tespit edilebilir. Yaralanmamak için doğrular kadar yanlışları bilmemiz şart. Doğruya yaklaştığımızdan fazla yanlıştan uzaklaşmak çok daha önemli. Çünkü ahlaki yaralanma daha çok, yanlış yapıldığında söz konusudur. Yanlışı yapmamak ve yapılmasına engel olmak bir arada düşünülmeli o nedenle. Merhum Nurettin Topçu’nun ifade ettiği gibi “İnsan olan bunu yapmaz demeyin, insan olan bunu yaptırmaz deyin.” Temel insani normlara kayıtsız kalamayız. Çiğnenmeyi de çiğnemeyi de göze almak zorundayız yaralanmamak için. İlk yanlışı yapmamak, daha sonrasında doğruyu yapabiliyorsak yapmak.
Şiddetleri değişen yaralanmanın işaretlerini kalbimizin yara sızısıyla birlikte hissetmeye başlarız. Kimi zaman utanç, hüzün, suçlu hissetme, öfke, küçümseme, neşeyi kaybetme, huzursuzluk, olarak karşımıza çıkar. Hem ilişkilerimizi hem hayatımızı tümden etkiler acının sonucu meydana gelen etkiler. Yani davranışlara yansımaya başlar vicdanımızın yaralanması sonucu ortaya çıkan düşünceler. En çok karşılaşılan sonuç tükenmişlik duygusudur. Buna en çok savaşlar sonrasında askerlerin hayatlarında şiddetle şahit olunmuş. Amerikan askerleriyle ilgili istatistik bu dehşetengiz yarayı gözler önüne seriyor. Milyonlarca insanı katlettiği Afganistan ve Irak’taki işgalleri süresince 462 askerini kaybeden Amerika, çekildikten sonra sahadaki askerlerinden 468’i intihar ediyor. Sahada kaybettiğinden daha fazlasını evinde kaybediyor. Nedeni ise çok açık, yaptıklarını ya da şahit olduklarını vicdanlarına sindiremiyorlar. Kendilerinden tiksinmeye, yaşamayı anlamsız bulmaya başlıyorlar ve bu durum her 5 askerden birinde geçerli. Vicdan kendini er ya da geç gösterecektir. Benzer bir olay İsrailli bir askerle yapılan röportajda da kendini göstermiş. “Öyle şeyler yaptım ki annemin görmesini ve bilmesini istemiyorum, utanıyorum.” diyor. Kendi kalbini susturmuş fakat mücessem duran iyiliği ve vicdanı öğrendiği annesinin o sesini susturamıyor.
Bir de hatırlarsanız Amerikan hükûmetinde Dışişleri Bakanlığının silah tedariğinden sorumlu Genel Müdürü George Powell yıllarını verip, fedakârlıklarda bulunduğu makamından Filistin’deki soykırımın başlamasıyla bir anda istifa etti. Göze alınamaz geliyor değil mi? Fakat gördükleri karşısında orada kalmaya devam ederse biliyordu ki vicdani bedeli daha ağır olacaktı.
Vicdanın ağırlığından doğan semptomlar göründüğünde kişinin güçlü olmadığı için verilen işi kaldıramadığına yoruluyor genellikle. Fakat durum hiç de böyle değil. Yeteri kadar güçlü o insan, yalnızca ortada güçsüzlük değil büyük bir yanlış var. Davranışlardaki çöküşe odaklanıp yalnızca onları düzeltmeye odaklanıldığında tedavi de mümkün olmuyor Zira yara alan kalp, vicdani sorumluluğunu yerine getirmediği müddetçe şifa da bulamıyor. Yapılan araştırmalar ahlaki yaralanmada insanın özel bir beyin bölgesinin uyarıldığını gösteriyor. İnsani kimliğin sorgulanması göz ardı edilirse vicdan kanamaya devam ediyor. Nihayetinde biliyoruz ki en büyük savaş insanın kendisiyle yaptığı savaştır. Bedeli ne olursa olsun insanlığını koruyabilen, zulme ve vahşete karşı duran kendinden iğrenmeden yaşamanın kapısını aralayabilir.
Yaralanmanın türleri
İnsan olarak bireysel yaralanmalar yaşadığımız kadar toplumsal yaralanmalar da yaşayabiliyoruz. İnsanlığın ortak değerlerine, haysiyetine karşı yapılan eylemler bireysel sonuçları toplumsal olana dönüştürüyor. Birbirimize ve sosyal yapılara olan güvenimizi ve inancımızı zedeliyor. Bunu en çok 7 Ekim’den bu yana hep beraber hissetmeye başladık. Tüm vahşet dünyanın gözü önünde yaşanırken ne kurumlar ne yetkililer çözüm için bir adım attı. BM gibi yüzyıllar boyu süren çabalar sonucu kurulmuş ve işlemesi hâlinde nice güzel işlere yarayacak bu kurum güvenimizi sarsarak, toplum algısını oluşturan ve insanları birbirine bağlayan ağlara zarar verdi. Böylece yalnızca kurumlardan değil, sosyal hayatın temel dokularına zarar verdiği için güvenmeme konusunda yaygın bir kanaate varıp birbirimizden uzaklaşıyoruz. Bu durum iki uç noktayı doğuruyor; tüm olanlar benim suçum diyerek kendine ah vah edenler ile her şeyi yaptığı hâlde hiçbir sorumluluk kabul etmeyenler.
Her iki uçtan kaçınmak ve ortada durmak ise aklıselim bizlerin sorumluluğunda.
Toplumun beraberliği ve birlikteliği, ortak hareket etmesi toplumsal yaralanmanın önüne geçmenin tek anahtarı. Birbirimizden kopar uzaklaşırsak ahlaki yaralanma artmaya başlıyor. İnsanla iş yapan ve yanlışa dâhil olan her ortak bu yaralanmanın riski altında. Yanlış işler, bile isteye büyük hataları yapmadığımız ve yapılan yanlışlara karşı harekete geçtiğimiz sürece yaralanmadan korunabiliriz. Aksi takdirde duygusal, bilişsel, davranışsal, bilişsel her türlü büyük bedeller ödememiz gerekir. İhmal edilen vicdanın sorumluluğu hayatlarımızı daraltarak yaşanmaz hale getirecektir.
Çözüm ne?
Evvela yarayı ve yaralanmayı ciddiye alarak işe başlamak gerekiyor. Travmaya sıkıştırmadığımız, vicdanın ve ondan doğan sorumluluğu fark edip harekete geçtiğimiz zaman her adımın bir anlamı olduğunu unutmamalı. Niyet alarak bir şeyler yapmaya, somut adımlar atmaya başlayacağız peşi sıra. Kötülüğün adını koyarak neyin karşısında durduğumuzu ilan edeceğiz. Bu kötülüğün karşısında neye ihtiyaç duyduğumuzu ve hangi imkânlara sahip olduğumuzu tespit ederek, birlikte veya bireysel bir uyanıklığın ve eylemin içerisinde yer alacağız. Dayanışma bu yolda en önemli yöntemlerdendir. Zira daha önce ifade ettiğimiz gibi iyiliği yapmaktan önce kötülüğü engellemek temel vazifemiz. Bunun içinse vicdanın ve kötüye karşı olunduğunun görünürlüğünü artırmak gerekiyor. Yalan propagandalara karşı doğrunun görünürlüğünü her şart ve durumda diri ve görünür tutmaya çalışmalıyız.
Kötülüğün yalnızca belli gruplar ve kitleler tarafından belirlenmediğini de konuşmalıyız belki bu noktada. İnsanlığın ortak bir mirasını koruyoruz. Vicdan her fert için geçerlidir. Bunu herkesin anlayacağı şekilde anlatmamız, ilan etmemiz ve göstermemiz gerekiyor. Dışlamadan, küstürmeden; sabırla anlatmayı, hoşgörülü olmayı ve kapsayıcı davranmayı sürdüreceğiz.
Sahada olamasan da masanda çalışmaya devam etmelisin. Zaman alacağını unutmamalı, tükenmek yok. Bu yolculukta en çok ihtiyaç duyduğumuz şey maneviyat. Önce insanlığa dair ümitlerimizi tazeleyelim. Çünkü bizim en çok işgal edilmek istenen, en çok bombalanan yerimiz binalarımız değil birbirimize duyduğumuz güvenimiz ve geleceğimize dair ümidimiz. Bunlar bizi bir arada tutan şeyler o nedenle buranın bombalanmasına asla izin vermeyelim. Başkalarının acıları namına, konfor alanımızdan vazgeçerek fedakârlık yapmak kolay değil fakat bunu başarabildiğimiz zaman yani kalbimizin merkezinde yaşadığımızda vicdanlarımız yarına sakat çıkmayacak.
“Ben öyle bilirim ki yaşamak; berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır.” diyor ya şair; biz bunu şöyle değiştirebiliriz: Yaşamak; berrak bir gökte çocuklar için ders çalışmak, icat bulmak, bir araya gelmek ve dayanışmaktır.