Adaleti ahlak yolundan gidenler inşa edecek
Prof. Dr. Erol Göka’nın ‘Skandal’ı kalmayan dünyada ‘Adalet’ olur mu? başlıklı bir yazısından ilham alarak kendisiyle adalet mekanizmasını ve insan reflekslerini bir psikiyatrist ve fikir insanının gözünden konuştuk.
“Skandal’ı kalmayan dünyada ‘adalet’ olur mu?” başlıklı bir yazınız yayımlandı. Burada adalet yanılsaması atıfı özellikle dikkat çekiciydi. Değer yargılarımız ve değişen şeyler üzerinde ufuk açıcı bir metindi. Peki Adalet insanın en temel ihtiyacıyken neden böylesine göreceli uygulanıyor? Bu dünyada yalnızca güce saygı duyulur güçlü olmalıyız diyor Aliya İzzetbegoviç. Adil muamele için güç sahibi olmak gibi görünmez bir mutabakat var sanki, bu şartı aşmanın yolları nedir? Burada evrensel bir adaletin olup olmadığına da değinmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Adalet problemi, hakikat problemiyle birlikte dünyanın en çetrefil problemidir; daha doğrusu problematiğidir. Her ele alışınızda biraz daha kavradığınızı sanır ama aynı zamanda biraz daha çözümden uzaklaşırsınız. Dünya hayatı imtihanının temel sorularındandır. Her olayda, her yaşantıda tekrar tekrar sorulur durur, daha doğrusu kendimize sorar dururuz. Batılı düşünürler, çoğu zaman bu çetin problemin varoluşsal boyutunu görmekten kaçınmışlar, dünyadaki haksızlıkları, eşitsizlikleri gerekçe göstererek adaletin imkânsızlığında karar kılmışlardır. Mesela son dönem Alman düşünürlerinden Thomas Macho, açıkça “Hayat adaletsiz, çünkü doğumlar adaletsiz; hayat adaletsiz, çünkü ölüm adaletsiz.” demekten çekinmiyor, bu konudaki kitabına “Hayat Adaletsiz: Sükûnetsizliği Koruyalım” adını veriyor. Macho da birçokları gibi dünyadaki adaletsizlikleri din eleştirisinin temeline yerleştiriyor. Ona göre tektanrıcılığın adaletsizlikleri temize çıkarmak gibi bir bedeli vardı, kıyamet ve ahiret inancı dünyadaki adaletsizlikleri haklı görebilmek içindi. İncil’in adaletsizlikler karşısında Hıristiyanlara öğüdü yargılamadan, hüküm vermeden mahşer gününü beklemekten ibaretti. Bir Müslüman olarak Macho’nun bu bakışına asla katılmıyorum. Dünyadaki adaletsizliklere karşı tavrımızın bu hayattaki imtihanımızın temeli olduğunu düşünüyorum.
Her neyse sözünü ettiğiniz yazıda ele aldığım ünlü idare hukukçusu Hans Kelsen onlardandır. Ama Gazze ile ilgili bir yazıya Kelsen’le başlamamın nedeni, onunla adalet problemini tartışmaktan ziyade onun Yahudi inancı ile toplumsal hayatta adaletin imkânsızlığı arasındaki fikirleri arasında bir bağ olabilir mi sorusunu ortaya atıp tartış(tır)abilmekti. Zira Gazze soykırımı sırasında birçok Batılı siyasetçi ve sözüm ona düşünür İsrail devletinin kendini savunma hakkını her şeyin önüne almış, adaleti düşünmekten çoktan vazgeçmişlerdi.
Çok uzattım farkındayım. Ama adaletin varoluşsal boyutunu açmazsak, düzgün anlatamazsak, kendimizi hep Necip Fazıl’ın hâkim karşısında adalet arayan kahramanı gibi hissederiz ama niye böyle hissettiğimizi bir türlü anlayamayız. Adalet de tıpkı hakikat gibi hep aranan, ulaşılmaya çalışılan, ancak erdemli insanların künhüne varabileceği bir erdemdir. Bu nedenle Eski Yunan’da ve İslam düşüncesinde hep diğer erdemlerle birlikte ve mutluluk perspektifinde ele alınmaya çalışılır. Öyle yapma şansını kaçırmışsak Rahmetli İzzetbegoviç’in de fark ettiği gibi güç mücadelesi dünyasının içine düşeriz; adaleti “gücü gücü yetene” perspektifinden ele almaya başlarız. Yazıda anlatmaya çalıştığım bir husus da buydu. Bizi, insanlar ve insanlık olarak bir araya getiren ortak bir kötülük algısı, rezalet hissi yoksa yani skandallar ortadan kalkmışsa, adaleti de hep peşinden koşmak, attığımız her adımda kendimizi sigaya çekmek zorunda olduğumuz bir şey olmaktan çıkarmış, öylesine bir söze indirgemiş oluruz. .
Adil muameleyi devletler ya da mahkemeler gibi üst kurumlardan mı beklemeliyiz, yoksa bireysel sorumluluklarımız arasında sayılacak bir şey midir?
İkisi de doğrudur. Bireysel hayatımızda, insan ilişkilerinde, hayat karşısında ahlaki konumlanışımızda hep aradığımız bir şeyse adalet, hukuki ve siyasi kararlarda da vicdanları rahatlatıcı, huzura erdirici bir netice bekleriz.
Etik değerlerin mahkemeler ve devlet dışı aktörler kadar siyasette de yer alması gerekmez mi? Batı’da halklar Gazze’de soykırımı durdurmak için ayağa kalkmışken, hükûmetlerin aynı hassasiyete sahip olmadığı gerçeğini nasıl yorumlamak gerekir?
İnsan yapısı gereği erdemlere açık ve ahlaklı bir varlıktır. Kendisinden de, başkalarından da, mahkemelerden de, siyasetçilerden ve devlet yöneticilerinden de aynı hassasiyeti bekler. Ancak ne var ki insan olarak ontolojimiz değişmemesine rağmen yaşadığımız dünyada hukuk ve siyasetin ahlak ile bağları kopmuştur. Yaşadığımız toplum, bizi kararlarımızda ahlakilikten ziyade çıkarlara göre karar vermeye, değerlendirme yapmaya zorlamaktadır.
İnsanın ahlaki varoluşu ile modernlikle birlikte başlayan bireysel özgürlük ve çıkar yönelimi arasındaki boşluk her geçen gün açılmaktaydı ve son dönemde bir uçurum hâlini almıştı. Gazze katliamlarıyla birlikte birçok insan için bu gerilimin oluşturduğu sıkıntı dayanılmaz hâle geldi. İnsanın ahlaki varoluşu, yaşananlar karşısında istiap haddini doldurdu ve “Yeter artık, durdurun dünyayı inecek var!” demeye başladılar. Ama kurum ve kuruluşlar ahlaki bir gerilimin yükünü insan teki gibi hissetmediklerinden henüz bu düzeyde değiller.
Basit magazinsel olayların dahi geniş kitlelerin gündemine girerek çok konuşulduğu, çabuk tüketilip ertesi gün yeni bir konuya uyandığımız dijital medya çağında olayları çerez gibi tüketiyoruz. Aynı dijital mecrada büyük bir soykırıma da şahit oluyoruz. Bu mecra uluslararası siyasete dair fikirsel dönüşümü ateşleme rolü oynayacak mı? Ahlak ve siyasetin bir arada düşünülmesinin önündeki engeller kalkabilir mi?
Ben böyle umuyor, böyle hissediyorum. Artık böyle devam edilemeyeceğini, ahlakı, erdemleri dolayıyla adalet arayışını terk ettiğimiz bu dünya hayatını insanlığın daha fazla taşıyamayacağını düşünüyorum. Şüphesiz beklentilerim, dualarım ve gözlemlerim birbirinin içine giriyor. Bu her şeyin karmakarışık olduğu dünyada benim de zihnim karışıyor. Ama olsun, sonunda öngörülerimiz doğrulanmasa bile biz Müslümanca umut etmeyi sürdürelim, kendi adıma ben sürdüreceğim.
Topluma karşı sorumluluklarımızı ve utanç duygumuzu modernizmin hangi noktasında kaybettik?
Şüphesiz başında değil, hatta Kant gibi filozoflarda ahlaki arayışın galebe çaldığını görüyoruz. Şüphesiz ortalarında da değil, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra ahlaki arayışın ve utancın bariz izlerini gündelik hayatta da, sanat ve düşünce hayatında da görüyoruz. Sanki ne olduysa post-modern denilen dönemden yani 1980’lerden sonra oldu. Müphemlik ve belirsizlik, büyük anlatı düşmanlığına doğru evrildi. Birden bire ailenin, toplumun, sanatın, kamusalın yıkımından bahsetmeye başladık, katı halden gaz hale döndük; değerlerimiz buhar olup uçmaya, insanın ürettiği teknoloji insan karşı dönmeye başladı.
Batı düşüncesinin inşasında Yahudi zihin yapısının etkileri nelerdir? Bizim toplumumuzda da etkileri olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir soykırıma dahi karşı çıkmaya engel olan düşünce bu yapıdan mı gelmekte?
Bu benim için üstesinden gelinmesi zor bir soru. En iyisi cevap vermeye yeltenmemek. . Ancak 19. yüzyıldaki ‘Yahudi sorunu’nun önce Holokaust’a, ardından Siyonizm ile birlikte ve özellikle Evanjelizm koltuklamasıyla Ortadoğu’ya Müslüman dünyanın kucağına bırakılması sürecine şöyle bir baktığımda bile Batı siyaset ve düşünce tarihinin Milat’tan itibaren Hıristiyan-Yahudi gerilimi ekseninde yeniden ele alınmasının çok elzem olduğu kanaatindeyim. Bu arada sorunuzun ikinci kısmıyla ilgili olarak Burhan Oğuz’un dev çalışması “Türk ve Yahudi Kültürüne Mukayeseli Bir Bakış” dışında bir çalışma bilmediğimi, mutlaka komplo teorilerinin haricinde akademinin ciddi biçimde bu konuyla ilgilenmesi gerektiğini söylemeliyim. Sanıyorum Gazze soykırımına görünüşte güçlü bir tepki veremememizi sadece bu meseleye bağlamadan, enine boyuna konuşmamız gerekiyor.
Yazınızda değindiğiniz ikinci kavram devrimci durumdu. İnsanlık tarihinin belki de küresel mutabakatta bulunduğu en geniş insan hakları tanımlamalarıyla yaşıyoruz. Yazılması yaşatıldığı anlamına gelmiyor tabi. Gazze’de yaşanan savaşla birlikte insanlık modern sistemin çıkmazlarının ve ikiyüzlülüğün daha fazla farkında görünüyor. Siz bu farkındalığın devrimci ruhu uyandıracak unsurları nelerdir?
“Devrimci durum” kavramını, Fransız Devrimi, Paris Komünü gibi büyük olayları incelerken ilk olarak Lenin ortaya attı. Ona göre “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği koşullar” devrimin nesnel hazırlayıcılarıdır. O koşullar sağlanmadan devrim olmaz, sağlandıktan sonra ise artık gerisi devrimcilerin sübjektif çabasına kalmıştır. Şüphesiz benim kavramı kullandığım bağlam Lenin’inkiyle tamamen aynı değil. Gazze soykırımından sonra ortaya çıkan durumu, yani Batıda insanlığın ahlaki varoluşunun bugüne kadar sessizce hatta antisemitizme, İslamofobiye, İslam düşmanlığına, ırkçılığa dayalı siyasete destek olarak taşıdığı yükü artık taşıyamayacağını hissetmesiyle, Batılı siyasetçilerin ve uluslararası kurum ve kuruluşların bu histen uzak tutumları arasındaki uçurumu bu kavramla değerlendirmeye çalışıyorum. Süreç, ahlakın yolundan giden aydınların ve siyasetçilerin doğru rehberlik etmesiyle dünya çapında büyük bir değişimin eşiğine bizi getirebilir diye düşünüyorum.
Böylesine travmatik bir tecrübe insanların zihninde ne kadar kalıcı olacak? Aliya’nın önemli bir sözü vardı unutulan soykırımın tekrarlanacağına dair. Öldürülen binlerce masum insanın hafızalardan silinmemesi ve tekrarlanmaması için hayatımızda hangi adımları atmalıyız?
Evet, büyük bir değişimin arifesindeyiz ama değişimin nereye doğru yöneleceğine dair elimizde henüz güçlü ipuçları yok. Hatta yeni bir açık dünya savaşı tehlikesi bile gündemde. Bir yanda dünyayı kıyamete zorladığını sanan, buna inanan çekirdeğinde Siyonistlerin ve Evanjelistlerin olduğu, dünya sistemini ve gücü elinde bulunduran akıl-dışı ittifak var. Diğer yanda yeni baştan insan ve ahlak merkezli bir gündemle toparlanmaya çalışan büyük insanlık var. Dünyanın yakın geleceğini, soykırımların tekrarlanıp tekrarlanmaması da dâhil olmak üzere, bu mücadeleyi kimin kazanacağı belirleyecek. Ben kendi adıma başta Müslümanlar ve Hıristiyanlar olmak üzere insan ve ahlak merkezli hareket eden herkesin, “büyük insanlık” dediğim geniş bir birlik perspektifinde hareket etmesinden, olabildiğince fitne ve fesattan kaçınmasından yanayım.