Açlık, insanın sınırlarının ne olduğunun romanı
Hayaller ve gerçekler arasında kalan Andreas Tangen, bir kamyon arkası deyişiyle yaşamıyor adeta ölmezden geliyor.
Kim yazdı?
Şüphesiz insan en iyi kendi hikâyesini anlatır. Bunu ilk defa Dostoyevski’de fark etmiştim. Kumar borçlarını ödemek için gazetelere yazdığı yazılarla kazandığı üç beş kuruş ile hayatını idame ettirmiş ve en başarılı eserlerinden biri olan Kumarbaz’ı kaleme almıştır.
Kumarbaz’ı okurken bütünüyle etkilenmiş, oysa ilk romanı İnsancıklar’ı okurken Genç Werther’in acılarını çekmiştim. Kitap elimde süründükçe sürünmüştü. Hikâye bana kalırsa yazarına yabancıydı. Evet, insan en iyi kendi hikâyesini anlatır.
Bugün Knut Pedersen Hamsund’u, Knut Hamsun yapansa erken dönem yazarlık yıllarında çektiği ve sonrasında romanını yazdığı Açlık’tır. Çünkü Andreas Tangen’in neler yaşadığını, en iyi Hamsun biliyor. Büründüğü o hâli, gördüğü rüyaları, dilenmeyi, yazma arzusunu, güçten düşüşünü, ona ait ne varsa biliyor ve zorlanmadan kaleme alabiliyor.
Ne yazdı?
Mutlaka bütün klişelerin temelinde yatan bir kült vardır. Açlık da o kültlerden biri. Roman, yazar olmaya çabalayan bir gencin hayatta kalma mücadelesini anlatıyor.
Hayaller ve gerçekler arasında kalan Andreas Tangen, bir kamyon arkası deyişiyle yaşamıyor adeta ölmezden geliyor. Açlık’ta Hamsun, sadece fiziksel ve mental acıları kaleme almıyor.
Aynı zamanda etik ve adalet gibi kavramları da işliyor. Romanı bu denli önemli kılan bahislerden biri muhakkak bu. Hugo’nun Sefiller’i, Dostoyevski’nin Kumarbaz’ı ile aynı yerde duruyor. Açlık, insanın idealarının peşinden ne kadar gidebileceğinin, sınırlarının ne olduğunun romanı. Varlık ile yokluk arasında ama yokluğa her daim daha yakın bir kalemin yazma gayretinin…
Nasıl yazdı?
Aklıma istemsiz Martin Eden geliyor. Tam varlığa kavuştuğu an yokluğu hissedişi… Acaba Hamsun varlığa kavuşsaydı yokluğunu kaleme alabilir miydi? Yoksa varlık onu yeni bir yokluğa mı sürüklerdi? Jack London için bu böyle…
Bukowski ise, asla bir yazarın açlıktan beslendiğine inanmıyorum, der. Ona göre tok bir karın her zaman daha iyi yazar. Öyle sanıyorum ki Hamsun, içinde ikisinden de biraz barındırıyor. Her daim varlığı arzuluyor ama yokluğu da fevkalade bir şekilde varlığa dönüştürebiliyor. Ama nihayetinde Andreas Tangen vazgeçiyor. Tabii Bukowski gibi beş cent’lik gofret yiyerek yaşamakla, tok hissetmek için talaş kemirmek ya da parmağının ucunu kesip akan kanı emerek hayatta kalmaya çalışmak aynı olmasa gerek.
Tangen vazgeçmiş olabilir ama Hamsun’un vazgeçtiğini sanmıyorum. O vazgeçişlerin sınırında gezmiş olsa bile yazmak hep uzanıp kendine çekebileceği bir yerde duruyor. O, yazmak için ayakkabı tamirciliğinden, seyyar satıcılığa onlarca işte çalıştı, dilendi, ülke değiştirdi, hastalandı ama yazdı. Açlık’ı da diğer bütün eserlerini de öyle yazdı.
Ne zaman yazdı?
1859 doğumlu Knut Pedersen, yazmak için ilk defa masanın başına oturduğu zaman acaba 20. yüzyıl edebiyatının onunla başlayacağının farkında mıydı? Peki, henüz yirmili yaşlarında Açlık’ı kaleme aldığında modern psikolojik romanın en iyi örneklerinden birini verdiğinin… Ya da farkında olmasaydı romanını yayımlamayan yayıncılara inat kapı kapı gezip romanını basmak için destek ister miydi? Nihayet bir miktar destek bulup kitabını kendi imkânlarıyla bastığında tarihler 1890’ı gösteriyordu. Hamsun, kendi karakteri Tangen gibi tabiri caizse taşı sıkıp suyunu, kendi alın teriyle kitabını çıkarmıştı. Tangen’in aksineyse hedeflediğini başarmıştı. Kitap artık Hamsun’dan ayrılmıştı. Onun değildi artık okura aitti. Şimdi dünya edebiyatı düşünsün!
Neden yazdı?
Çünkü elinden bir tek o geliyordu. Yapmaya çabaladığı diğer işlerden aynı hazzı duymuyor, yazmadığı zaman eksik hissediyordu. Üstelik kaleminin de farkındaydı. Kıt kanaat geçinen, dokuz nüfuslu bir hanede dünyaya gelmiş, edebiyat çevrelerine oldukça uzak, Norveç’in bir köyünde yaşayan bir gencin roman yazmak gibi bir hayali varsa ona “neden yazıyorsun” sorusunu sormak ancak gülünç olur.
Nerede yazdı?
Kirasını güç bela ödediği bir pansiyon odasında, tek ayağı kısa geldiğinden sallanmasın diye altına eski bir bez sıkıştırılmış bir masada. Yedeği olmayan ve neredeyse tükenmek üzere olan bir mumun ışığında şu son cümleleri düştü kâğıda:
- “Sonra, Kaptan bana yapacağım işi gösterdi… Limandan çıkınca, fiyortta, yorgunluktan, kızışmadan terlemiş, doğruldum şöyle bir; karaya baktım; şehre, bütün evlerinin pencereleri ışıl ışıl Kristiania’ya, şimdilik hoşça kal, dedim.”
Hamsun’un veda ettiği aslında şehir değil, romanıydı.
Hazırdı.
Knut Pedersen Hamsun şimdi aynı masaya oturmuş matbaadan yeni çıkmış romana bakıyor. Romanına… Matbaada ismini yanlış girmişler, bir “d” harfi unutulmuş, gitmiş. Elinde tuttuğu roman öyle değerli ki onun için; bugünden sonra kendine Knut Hamsun diyecek.
Kristiania'da bir sabah
Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania’da aç açına sürttüğüm günlerdeydi…
Tavanarasında uyanık yatıyordum, alt katta bir saatin altıyı vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık, merdivenden inip çıkmaya başlamıştı insanlar. Eski Morgenbladet gazete kaplı oda kapısının alt tarafında Fenerler İşletmesi’nin bir ilanını görebiliyordum; onun biraz solunda iri siyah harfli ilanda Fabian Olsen’in taze, gevrek ekmekleri. Gözlerimi açınca, eski alışkanlık, bugün için bir ümit var mı diye düşünmeye başladım. Son günlerde halim haraptı bir hayli: Elde avuçta kalmış öteberiyi peşpeşe “Amca” ya götürmem gerekmişti. Sinirli, dayanıksız olmuş, baş dönmeleri yüzünden de birkaç kere bütün günü yatakta geçirmek zorunda kalmıştım. Arada, şansım yaver gittikçe, bir yazıma, bir gazeteden beş kron da almamış değildim hani. Gün ışıdıkça ışıyordu; kapıdaki ilanları okumaya başladım; ipince, sırıtan harfleriyle: “Kefen, tabut örtüsü, Matmazel Andersen, Büyük kapı, sağ kolda” ilanını bile seçebiliyordum. Bu iş beni uzun zaman oyaladı; alt kattaki saat sekizi çalıyordu. Henüz kalkıp giyinmemiştim.