80'lerin Karadeniz'i, siyasaldaki derslerden utanmamı sağladı

Selahattin Yusuf
Selahattin Yusuf

Anadolu'da bir deyim vardır. Kırk söz bir büyü eder, denir. Söz büyü ise yazmak daha güçlü bir büyüdür. Hikâye, yaşadığı uzamı aynı zamanda kurar. Dolayısıyla geçmişe bir bakış değil, geçmişi inşa etmek manasına geliyor benim için. Yazdığınızla aranızda mesafe yoksa, bir ikircik yoksa, ona neden inanmayasınız ki? Yazdığınız şeyle aynı dalga boyundaysanız ve aynı nabzın içindeyseniz, birbirinizi doğurmaktasınız demektir. Yani yazar ve roman birbirini doğurur. Onu yürekten inanacağınız bir şey olsun diye de yazarsınız.

Selahattin Yusuf ile geçtiğimiz ay Turkuvaz Kitap'tan çıkan yeni romanı Eve Dönemezsin'i, romanın geçtiği mekân olarak Karadeniz'i de merkeze alarak, yazmanın yazar için geçmişi yeniden kurma girişimi olup olmadığını, ilk defa duyulan bir kelimenin peşinden gitme cesaretini ve geçmişte olanı değiştirmenin gücünü konuştuk.

Yeni kitabınız hayırlı olsun öncelikle. Yakın dönemdeki bir konferansınızda Eve Dönemezsin'in otobiyografik öğeler içeren bir eser olduğunu söylemiştiniz. Ve şöyle bir cümlenizi hatırlıyorum: "Ben annemin ölümünü, gerçekte olduğu gibi değil; bu romandaki hâliyle hatırlıyorum artık." Bu, romanın, geçmişi insan zihninde inşa etme gücünü de ortaya koyuyor. Buradan konuşarak başlayalım istiyorum söyleşiye.

Teşekkür ederim. Anadolu'da bir deyim vardır. Kırk söz bir büyü eder, denir. Söz büyü ise yazmak daha güçlü bir büyüdür. Hikâye, yaşadığı uzamı aynı zamanda kurar. Dolayısıyla geçmişe bir bakış değil, geçmişi inşa etmek manasına geliyor benim için. Yazdığınızla aranızda mesafe yoksa, bir ikircik yoksa, ona neden inanmayasınız ki? Yazdığınız şeyle aynı dalga boyundaysanız ve aynı nabzın içindeyseniz, birbirinizi doğurmaktasınız demektir. Yani yazar ve roman birbirini doğurur. Onu yürekten inanacağınız bir şey olsun diye de yazarsınız. Althusser'in Gelecek Uzun Sürer kitabı bu açıdan ilginç bir örnektir mesela. Althusser, karısını yüzüne yastık bastırıp öldürdükten sonra, kendini bu kitapla savunmuştu. Hatırladığım kadarıyla filozof karısını öldürmediğini; tersine, karısının, kendisi aracılığıyla intihar ettiğini "ispatlıyordu" bu kitapta. Acaba tek meselesi Fransız kültür kamuoyunun gözünde aklanmak mıydı? Veya tamamıyla bir dümen miydi? Hayır. Geçmişte kalmış bir cinayetin gerçekten de "geçmişte kaldığına" inanmayan bir samimiyet ve cesarettir bu.

Geçmişte kalmış şeyin içimizde de kalmış olduğunu itiraf etmeliyiz. Althusser akıl hastanesinde bir kaç yıl geçirdikten sonra buna cesaret etmeye karar vermişti. Ve şöyledir: İtiraf etmeye cesaret gösterdiğimizde, geleceğin sadece "uzun" değil; sonsuz da olduğunu kavrarız. Sonsuzca sürüp gidecek bir şeye dayanmak imkânsızdır. Bunu kabul ve kendinize itiraf ettiğinizde işler değişir. (Kitabın İngilizce başlığı –"Gelecek Sonsuza Kadar Sürer"- bu bakımdan oldukça yaratıcı bir yanlış anlamadır.) Çünkü hangi türden olursa olsun -cennet veya cehennem- sonsuzlukla burun buruna gelmek, irkilticidir. Sonsuzluk, cennet (güzellik) bile olsa, teselliye ihtiyacı vardır. Sonsuzluğun kaosuna kendi ellerimizle dokunmak, onun irkiltici uçsuz bucaksızlığından kendimize yetecek kadar bir düzen kotarmak isteriz/ zorundayız. Onu kendimiz için ehlileştirmek, evcilleştirmek, aydınlatmak ve içine ruhen yerleşeceğimiz hâle getirmek isteriz/ zorundayız. Bu işlem, geçmişi -bu kez kendimiz için- yeniden üretmekten başka bir şey değildir. Onu kendimiz -için- kılmaktan başka bir şey değildir. Benim için yazmanın en temel işlevi de galiba zaten budur.

Romanınızı okurken, her an "büyülü gerçekçilik" gelip romanın bir yerinde kendini gösterecek gibi hissettim. Deli Musa, Düğün günü at üzerinde ölen gelin, kaval çalan amcadan her an bir hareket bekledim. Ama olmadı. Ve bu olmayış hikâyeyi daha da "gerçek" kıldı. Bunu bile isteye mi tercih ettiniz yoksa Karadeniz'de geçen bir roman zaten böyle mi yazılırdı?

Güzel bir soru. Size bir sahne anlatayım. Düşündüğüm, hayal ettiğim bir sahne bu benim. Bir kadın var. Evinde tek başına. Yatak odasında uzanıyor. Gözleri tavanda. Birine âşık. Ama çok derin, efsanevi bir aşk bu, kadının kişisel tarihinde. Âşık olduğu insan ya henüz ölmüş, ya da ona bu dünyada asla ulaşamayacağını şimdi anlamış olsun. Yani ki ruhen bu dünyada değil artık kadın. Daha az önce varmış bu acı gerçeğe. Gecenin en karanlık anı. Gözleri tavana çivili hâlde, kıpırtısız, ölü gibi uzanmış yatıyor. O arada eve bir hırsız giriyor. Öte beriyi didiklerken, kadını fark ediyor. Kadının nefes aldığını görüyor. Ama buna rağmen ilgisiz. Şaşırıyor. Tam kaçacakken, bir cesaret geliyor hırsıza. Geri dönüp kadının yatağına yaklaşıyor. Kadın hâlâ kıpırtısız. Gözleri tavanda. Bir şey görmüyor. Yüzünde hiçbir çizgi oynamıyor. Hırsız kadına dokunuyor. Hâlâ kıpırtı yok. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp alıyor. Hâlâ kıpırtısız. Bekliyor biraz. Sonra cesareti artıyor adamın. Ziynetini ve değerli eşyasını torbasına doldurduğu kadının bu kez bedenini yağmalamaya koyuluyor. Tecavüz sırasında fark ediyor ki kadının gözleri hâlâ tavanda ve hiç oralı değil.

Bilinci açık olmasına açık; ama yağmacı ve tecavüzcü adamı duymuyor, hissetmiyor ve mutlak bir tepkisizlik içinde. Adam üstünü başını toparlayıp torbasını alıyor ve basıp gidiyor. Kadın, hafızasız gözleri hâlâ tavanda, öylece kalakalmış bakmaya devam ediyor... Benim bütün "büyülü gerçeğim" işte bu sahnede yatıyor. Mantıksız mı? Evet. Akıldışı bir durum mu? Evet. Ama bir öz var. Özsuyu var bu sahnenin içinde. İki ayrı dünyanın birbirlerine bir anlık dokunması bu. Dokunur dokunmaz aydınlanıyor ikisi de. Kadının aşkının ruhaniyeti ve hırsızın marazi dünyeviliği. Aşksız cinselliğin çarpıcı nafileliği ve hırsızın dünyasının sefilliği, çaresizliği. Diyelim ki hırsız, alacağını almış olmanın "tatmini" içinde, sokağa çıkıp keyifle yürümeye başlıyor. Biraz yürüyor. Yürüyor, yürüyor. Sonra şehrin dışına çıkıp deniz kenarındaki kayalıkların üstünde oturuyor. Ay ışığı altında loş bir avluya dönmüş denizi ufka doğru seyre dalıyor. Bu sonsuzluğa benzer güzellik onda bir şüphe uyandırıyor. Şüphenin giderek büyümesine ve içini doldurmasına engel olamıyor.

Aşağılandığını düşünüyor. Her şeyden önce aşağılandığını hissediyor, evet. Kafası karışıyor. Giderek içinden çıkamayacağı bir sarmala dönüşüyor içinde bu duygu. Neden? Neden şunu veya bunu düşünmüyor, hissetmiyor da aşağılandığını hissediyor? Kadın tarafından. Tecavüze uğrarken kıpırdamaya bile gönül indirmeyen kadının duru ve mutlak ruhaniyeti gelip o kayalıkların üzerinde onu buluyor. Kıskıvrak yakalıyor. Kaçış yok artık. Şimdi, benim sevdiğim "büyü" bu işte. Benim aklın sınırlarını zorlama tekniğim ve üslubum bu. Ve şöyle düşünüyorum. Bu "büyülü gerçekçiliği" bize Marquez değil, üzülerek söylüyorum ki Tanpınar da değil, Dostoyevski öğretmiştir. Bilincimizi bu konuda eğiren ve dokuyan Dostoyevski olmuştur. Edebiyatın birçok alanındaki görünür görünmez buluşun gerçek sahibi, bu yüzden dolaylı da olsa, odur. Çünkü hakkını aramayan yenilginin daha büyük şiirine dikkatimizi ilk kez Dostoyevski çekmiştir. Büyünün ve akıldışılığın izini günlük hayatın içinde takip etmeyi bize o öğretmiştir.

Bütün hikâye baştan sona, kara mizah kısımları da dahil, uzun bir ağıttan ibaret aslında.
Bütün hikâye baştan sona, kara mizah kısımları da dahil, uzun bir ağıttan ibaret aslında.

1980'LERİN DOĞU KARADENİZ'İNDEKİ YOKSULLUK, HAK TALEP ETMEYEN VE "KENDİNDE" BİR DÜNYAYDI

Kenan Evren'li yıllarda geçiyor roman bir bakıma. Bunu okuyucunun gözüne çok sokmasanız da hissediliyor. Radyoda hissediliyor. Yaylaya çıkışta hissediliyor. Karadeniz gibi "hırçın" bir yerde, bu kontrol o dönemde insanlar üzerinde nasıl etki uyandırıyordu. Bu soruyu, romanın bir bakıma otobiyografik oluşuna da dayanarak soruyorum.

Yoksulluk diz boyuydu hep. Kara yoksulluk. Ayrıntıları ve yol açtığı güzellikler romanda bolca var. Benim açımdan, sonradan karşılaştığım dünya daha çetin oldu yalnız. Mesela 1980'lerin Doğu Karadeniz'indeki yoksulluk, hak talep etmeyen ve "kendinde" bir dünyaydı. Bunun nasıl daha büyük bir şiir taşıdığını tam anlatamıyorum. O yüzden, mesela üniversiteye başladığımda, Ankara Siyasal'da gördüğüm "hak mücadelesi" retorikleri bana son derece itici, yüzeysel ve sahte geldi. Her gün düzenli biçimde "hak arayan" bu sözde devrimci arkadaşların iyi giyimli, hatasız şehirli Türkçesi konuşan, önü ilikli isyankârlıkları beni irkiltti ve uyardı. Uyandırdı. Dönen dolabı gördüm. "Hak talep etmeyen" sessiz ve dil bilmeyen yoksulluğun temsilcisi yoktu asla. Onu da hayretle fark ettim. Ortalık cakalı "bolşevikten" geçilmiyordu, ama bir tane gerçek "narodnik" yoktu. Uzun mesele tabii. Bu benim çocukluğuma, kara yoksul ve kara lastikli dünyama daha içten, daha şefkatle ve yürekten bağlanmama neden oldu.

Meczuplar, yürüyen ve yaşayan akıldışılık olarak hayatın en derin neşesini bize geri çağırırlar. Onu parçalanmış aklın, parçalanmış kalbin ve buzlarından çözülmüş mantığın kırıkları arasından taşıyarak geri, bize getirirler.

BÜTÜN HİKÂYE BAŞTAN SONA, UZUN BİR AĞITTAN İBARET

Ana karakter bir çocuk. Okula giderken köydeki bakkala yumurta götüren, karşılığında ekmekle helva takas eden kesif bir yoksulluğun içinde bir çocuk. Ama okulu sevmesinin tek sebebi Selvi'yi görecek olması. Babası onu okula göndersin diye dualar edişi de bundan. Okulu sevmiyor, ama okumayı çok seviyor. Bir gün Alamanya görmüş "Kut Dayı"dan duyduğu "bu çocuk münevver olacak" cümlesi onu çok etkiliyor. Bilmediği bir kelimenin peşinden gidiyor bir bakıma. Bu bana çok gerçek geldi. Çünkü ilk defa övüldüğünü hisseden bir çocuk, övüldüğü kelimenin peşinden gitmeye başladı...

Evet öyle. Aslında Selvi onun için her şeyi alt üst eden bir tutku. Hayatına bir vida gibi saplanıp istediği yöne çeviriyor onu. O tutku için yapıyor her şeyi. Gelecek hayallerini de aslında Selvi için yapıyor. Şöyle bir cümle hatırlıyorum bir yerden. "Falanca komutan, bir gün karşısında falanca kızı görünce güzelliğiyle çarpıldı ve ona hiçbir zaman sahip olamayacağını anladığı için ağlamaya başladı..." Aslında Selvi karşısında kahramanımız da böyle. Bütün hikâye baştan sona, kara mizah kısımları da dahil, uzun bir ağıttan ibaret aslında.

Çocuğun aylarca Selvi'ye yazdığı mektupların Selvi'ce değiştirilerek başka bir çocuğa yazıldığını fark ettiği anda aklıma şu dize geldi: "Edebiyat burada bize yardım edemez." Yine de kıza yazdığı mektupların kız tarafından düzeltilip başka bir çocuğa gönderilmesi onun okumayla, yazmayla bağını koparmaya yetmedi. Okumaya, kitap görünce heyecanlanmaya devam etti. Yazmak, yazma sebebinin önüne geçti değil mi?

Tam da böyle evet. Çünkü yazma sebebi bir süre sonra roketin ağırlığı gibi, ana gövdeden ayrılmalı. Yoksa roketimiz uzaya doğru yolculuğuna devam edemez ve geri, yeryüzüne düşer, parçalanır. Roketin ayaklarını yerden kesen ilksel güç, yolda gövdeden ayrılmalı. Yazmanın kendisi bütün tutkuların üzerinde ve daha büyük tutkuya dönüşmeli. Dikkatimizin yeri değişmeli.

Romandaki Kut Dayı imajı oldukça etkili. Alamanya görmüş biri. Maradonalı Arjantin karşısında Almanya'yı tutuyor radyo başında. Kut dayının temsil ettiği şeyin 80'lerin atmosferiyle bir alakası var mı? Bir de ana karakterin futbol oynarken çağrıldığı ad ilgimi çekti. Kempes. 78 Dünya Kupası'nı kazanan Arjantin'de gol kralı olan, ama diktatör rejiminden dolayı, kazandıkları kupaya bir kez bile dokunamayan oyuncu... Çocuğun Selvi ile olan hikâyesine dair bir ipucu gibi geldi bana.

Geçmiş yıllarımda bir yazımın başlığı şöyleydi: "Seni Çok Seviyorum, Çünkü Böyle Olmak Zorunda Değilsin!" Kut Dayı tam olarak buydu romanda. İkna edememiş iktidarı temsil ediyor. İçi boş gücü ve bencilliği temsil ediyor. Böyle insanların aidiyetleri çiğ ve ilişkileri soğuk olur. Yalnızlaşırlar köyde. Çocukluğumdan tanıdığım çok "Kut Dayı" var. Kempes'e gelince. Bu olayı bilmiyordum. Çocukluğumuzun efsane isimlerinden biriydi sadece. Ama başına gelenlerden sonra ki bunları şimdi sizden öğrendim, kahramanıma daha da çok yakıştırdım bu ismi! Kempes'in o "Kempes" olduğunu bilmiyordum! Çok sevindim bunu duyduğuma.

HAYAT, GÜZELLİĞİ VEYA ÇİRKİNLİĞİYLE İÇ PARÇALAYICI OLDUĞUNDA, KAYDA DEĞERDİR

Belki okuyucu için bir "spoiler" olacak, ama yine de sormak istiyorum. Köy ilkokuluna giden çocukların yolunu kesen ve onlardan sigara almadan geçmelerine müsaade etmeyen Deli Musa, romanın sonunda yine bizim çocuğun önünü kesiyor. Çocuk küfürler ediyor ona. Musa zorla kendi cebinden çıkardığı iki dal sigaradan birini ona ikram ediyor. Her şeyi tersine çeviren bir hareket bu. Görünen, hissedilen acının, düzeni bozmasıyla ilgili bir vurguymuş gibi geldi bana. Deli Musa, o korkutucu heybetli adam, gördüğü acı karşısında düzenini bozdu değil mi? Bu böyle midir hep?

Evet bozdu. Düzeni bozmak için var onlar. Hayat lehine ve ölümün aleyhine olarak yaparlar bunu. Birçok yerde ve zamanda açıkladım bu konuyu kendi açımdan. Yine söyleyebilirim. Bizler günlük hayatımızda aklın ve mantığın sıkı kuralları içinde yaşarız. Kabul ederiz ki hayat bu sayede yürür gider. Ama neredeyse sadece biyolojik hayattır bu. Bir hayalperest için pek bir şey ifade etmez bu kadarı. Yazar için yani. Benim için. Hayat, güzelliğiyle veya çirkinliğiyle iç parçalayıcı olduğunda, ancak o zaman kayda değerdir. Ancak o zaman yaşanmanın yanı sıra yazılmayı da hak eder. Ancak içimiz parçalandığında ve ışık o parçaların arasından sızmaya başladığında aydınlanırız. Bu da mantık düzeninin, akıl almazlık ve hayret lehine bozulması demektir. Hayrete değer şeyler mantık ve akıl dışı şeylerdir ve bizler, yazarlar olarak onları not ederiz. İşimiz, görevimiz budur aslında. Meczuplar, yürüyen ve yaşayan akıldışılık olarak hayatın en derin neşesini bize geri çağırırlar. Onu parçalanmış aklın, parçalanmış kalbin ve buzlarından çözülmüş mantığın kırıkları arasından taşıyarak geri, bize getirirler.