“ Dördü ikiye bölersen her zaman iki etmez...”
Sağlı sollu tertemiz toprağa ekilmiş çiçek öbeklerinden sıyrılıp sık yapraklı bir ağacın altında boş bir bank buldum kendime, kuşların ve yağmurun izin verdiği kadarına iliştim. Niyetim bir iki sigara içimi oturup yağmur sonrası serçelerini seyretmekti hava kararana kadar.
Zaten seyrek yağan yağmur artık durmuştu, gözlüklerime kadar indirdiğim kasketimi geriye attım ve bileğimdeki tesbihi çıkardım.
ıslak kaldırımlardaki ikindi vakitli şehir ışıklarına basarak ve ezberimdeki şiirleri mırıldanarak dolaştım bu ‘ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen’ yollarda.
şehrin tüm insanlarından daha fazla ıslandığı saçının her telinden anlaşılabilen esmer bir çocuk yine aynı yerde ayağında aynı terliklerle mendil satıyordu ve hamd olsun cebimde yine ona verilmesi gereken bir lira vardı, yaklaşıp “ver bakalım bi mendil, gözlüklerimi sileyim” diyerek uzattım.
Nasılsa işim gücüm yoktu, girip biraz otursam iyi gelir diye düşündüm ve hayatımda ilk kez o parka girdim.
Arapça bilmediğim için derdimi tam anlatamamıştım belki ama tereddüt eden eliyle mendili uzatırken diğer eliyle de metal bozukluğu aldı hor görülmekten yorulmuş gözleriyle gülerek. mendil paketini cebime koyarken duraklamışım ki sağ tarafımda gündelik koşturmacalardan kendini alçak duvarlarıyla yalıtan parkın gösterişsiz kapısını farkettim. nasılsa işim gücüm yoktu, girip biraz otursam iyi gelir diye düşündüm ve hayatımda ilk kez o parka girdim.
sağlı sollu tertemiz toprağa ekilmiş çiçek öbeklerinden sıyrılıp sık yapraklı bir ağacın altında boş bir bank buldum kendime, kuşların ve yağmurun izin verdiği kadarına iliştim. niyetim bir iki sigara içimi oturup yağmur sonrası serçelerini seyretmekti hava kararana kadar. sabahtan beri montumun iç cebinde gezdirdiğim gazeteye de nihayet göz atarım diyordum.
- cep telefonumdan saate bakıp tabakamı çıkardım, az öteden yaklaşmakta olan hırpani kılıklı ihtiyarın gölgesi ısrarlı bir şekilde önümde dikilene kadar bir dal sarmıştım. belki sigara isteyecektir diye tabakayı cebime koymadan kafamı kaldırıp yüzüne baktım davetsiz misafirimin.
tanıdığım tüm ihtiyarlara benzeyen suratında benim için ayırt edici tek fark mavi, zeki ve ufacık gözleri olmuştu. kendine has selamlaması olduğunu tahmin ettiğim şekilde gömleğinin üçüncü düğmesine kadar uzayan sakallarını sağ elinin parmaklarıyla taradı önce, ‘buyur dayı?’ demek istiyordum ama tuttum kendimi. şu dakikaya kadar hiç konuşmadığı halde sözünü kesmekten çekiniyordum bu ihtiyarın, bunun farkında mıydı bilmem ama nihayet garip sessizliğini bozmak ister gibi dudakları kıpırdadı, hafifçe öne doğru eğildi ve “dördü ikiye bölersen her zaman iki etmez, kesme payı bırakmak lazım” dedi..
tanımadığım bir parktaydım ve dünyanın bizi baş başa bırakmak için kısa bir an çabaladığı tanımadığım bir ihtiyardan, çekiye koysak üç ton gelecek bir söz işitmiştim. hayatın değerli formüllerinden biri şimdiye dek rastlamadığım berraklıkta ve dolaysız bir şekilde önüme serilmişti işte. tek kelime edemedim, geldiği gibi sessizce uzaklaşan ihtiyarın ardından baktım sadece.
yakmayı unuttuğum sigara dudağımda, çekmeyi unuttuğum tesbih elimde ve okumayı unuttuğum gazete bankın üstündeydi, kalkıp parkın diğer ucundaki arka kapıya yürüdüm. caddeye çıkmıştım ki yolun karşısında mendil satan küçük bir kız çocuğu gördüm, arabalara yol vermeden karşıya geçtim ve cebimdeki mendili çıkarıp ona uzattım; “al bakalım ablacığım, mendillerin bitince de bunu satarsın” dedim şaşkın bakışlarına hayran kalarak.
hava iyiden iyiye kararmıştı artık, tıpkı şiirdeki gibi ‘yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün’ sigaramı yaktım, yürüdüm...