Pandemi ve Kent: İstanbul II
Yaşamını İstanbul’da sürdüren Hümeyra Kılıç’ın pandemi sonrası değişen ‘kent düzeni’ ve ‘alışkanlıklarına’ ilişkin yorumları şehre farkındalıklı bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Sokağa çıkma yasağı ile günlük rutinlerimizde ve sokaklarda meydana gelen değişimler birçok açıdan alışılmışın dışında bir şehir profili doğuruyor. Kılıç’ın İstanbul izlenimleri, Karşılaştırmalı Kentler serimizde sizlerle…
İstanbul’da yaşamak genellikle zordur derler. Aslında İstanbul’da yaşamak değil de İstanbul’u yaşamak zordur. İstanbullu çoğu zaman yürümez, koşturur. Hep bir yerden bir yere yetişmeye çalışır. O telaş eski normalde ruhumuza da işlemiştir. Evden çıkar mesaiye, işten çıkar eve koşturur, toplantıdan toplantıya koşturur, kaçan vapurun peşine koşturur, otobüse, minibüse koşturur... Kırmızıdan sarıya geçerken ışık, koşayazan insandır İstanbullu. Zaman dar, şehir kalabalık, mesafeler uzaktır. Bu hızlı akış içinde anlık sahneler bütünüdür zihinlerdeki İstanbul. Biz bu koşuşturmayı bu mutlaka bir yere yetişme halimizi normal zannederdik. Başka türlüsü olmaz sanırdık pandemi bize dur diyene kadar.
Sonra bir anda dolaşım durdu, caddeler sokaklar boşaldı, tüm İstanbul evlere kapandı. İstanbul’un turuncudan kırmızıya kırmızıdan mora çalan trafik yoğunluk haritası birden yemyeşil kaldı. İşte o andan itibaren aslında hayatında var olan birçok şeyi yeniden keşfetmeye başladı İstanbullu, tabi hayatına yeni katılanları da...
İlk başta biraz bocaladık. Günlerce hatta haftalarca dışarı çıkmayacaktık. İlk hamle marketlere koşmak oldu. Başta un reyonu olmak üzere sırasıyla makarna, kuru bakliyat, temizlik ürünleri, derken tüm reyonları sildik süpürdük. Öyle ki senelerdir yüzüne bakmadığımız kolonyaların ülke çapında stokları tükendi. İlk krizin ardından sakinleştik, evde yaşamayı öğrenmeye başladık.
Sonra baktık ki pek çok iş aslında bedenen o mekânda olmadan da yürütülebiliyormuş. Beden-Mekân ilişkisi tekrar kurgulanmaya başladı. Eskiden olur mu öyle şey derken bu üç ayın sonunda neden olmasın demeye başladık. Sabah 9:00’da mesaide olmak zorunda olduğumuzu zannettiğimiz birçok sektörde aslında uzaktan da çalışılabileceğini gördük. Tabi yurdumun güzide işverenlerinin çoğu çevrimiçi mesai mevzusunu çok yanlış anladıkları için evden çalışma sistemi hayatımıza limitsiz mesai olarak yerleşiverdi ve esnek çalışma saatlerimiz sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar esnedi.
Sonra uzaktan eğitim diye bir şey yerleşti hayatımıza. İlkokuldan üniversiteye kadar üç hafta içerisinde uzaktan eğitim sistemine adapte olduk. Hatta o kadar ki mimarlık eğitimini bile bilgisayardan yürütmeye başladık. Fakat itiraf etmeliyim ki bu mimarlık öğrencisi için de hocası için de biraz zorlu bir serüven oldu.
Yine de trafikte geçirdiğimiz saatler bize kalınca hobiler denizine attık kendimizi. Hatta o kadar ki becerikli Türk annesinin yüzyıllardır sıradan bir aktivite olarak yapıverdiği, entelektüel insanın ise kıymetini takdir edemediği ekmek üretimi birden hobiler sıralamasında ilk sıraya yerleşti ve uzun bir süre de tahtını kimselere bırakmadı. Mütevazı mutfaklarımız bir anda ekmek fırınlarına, bizler ise usta fırıncılara dönüşüverdik.
Çılgınca ekmek yapıp bu süreçle birlikte artık tamamen içine düştüğümüz dijital dünyada iyisiyle kötüsüyle paylaştık birbirimizle. Fena da olmadı asında bu keşifler. Modern şehir insanı için, asıl tasarımın sevdiklerimizi bir masa ve bir parça sıcak ekmek etrafında toplamak olduğunu unutalı çok olmuştu. Sonra evde spor yaptık, resim yaptık, müzik yaptık. Evde kaldığımız süre boyunca hobileri de sırasıyla tükettik.
Hepimiz bir şekilde bilgisayarı ve dijital dünyayı keşfettik, tanıdık, öğrendik, adapte olduk. Eş dost öğrenci öğretmen arkadaş akraba anne baba ekranlarda toplandık.
Her birimiz kendi fiziksel mekanlarımızdan bir bütünün parçası olmaya çalıştık. Böyle bir dönemde konforlu yanları çokça olmakla beraber yüz yüze ilişkileri seven ve duygularını fiziksel temasla ifade etmeye alışkın Akdeniz insanı için bu dijitalleşmenin de bir miktar rahatsız edici olduğunu söyleyebilirim.
Öte yandan ev de yeniden tasarlanmaya başladı. Çoğumuzun camekânlarla kapattığı, hatta depo olarak kullandığı balkonlar boşaltıldı, temizlendi, açıldı.
Yemek masaları balkonlara taşındı. Hele ki karantina dönemine denk gelen ramazan ayı ile birlikte aynı anda yemek yiyen mahalle sakinlerinin tabak kaşık sesleri birbirine karıştı. Bu sene bir iftar sofrasında bir araya gelemedik ama balkonlarda kurulan sofralar mahalleli için kolektif bir aktiviteye dönüştü.
Biz böyle ortalıktan çekilince şehrin havası suyu rengi kokusu da değişmeye başladı tabi. Araç seslerinin kornaların uğultusuna alışan kulaklarımız birden kuş seslerini ayırt etmeye başladı. Meğer şehirde kuşlar varmış hâlâ ama garipler seslerini duyuramıyorlarmış. Yine böyle bir metropolde yaşayan bizler için bu dönemde ilginç bir deneyim olarak horoz sesiyle uykudan uyandığımız günler oldu mesela.
Süreç elbette tüm dünya için zordu ama eski normalde akıntıya kapılıp gittiğimiz ve kendimizle konuşmayı, kendimizi dinlemeyi unuttuğumuz zamanların ardından gelen dışımızdaki bu sessizlik, içimizdeki binlerce sesi duyabilmemizi sağladı. Aslında bir bakıma her gün aynada gördüğümüz kendimizle tanışma fırsatı edindik.
Hayatın koşturmacası içinde bir parça yavaşlamak ve farkında olmadığımız küçücük şeylerin kıymetini anlamak İstanbullunun kişisel ve kentsel belleğine yeni ve unutulmayacak bir katman olarak eklendi. Peki, şimdi yeni normale birlikte hayatlarımız, evlerimiz ve çevremiz nasıl şekillenecek? Bu katman bazı alışkanlıklarımızı kökten değiştiren bir süreç mi oldu, yoksa her şey kaldığı yerden devam mı edecek bunu zamanla göreceğiz.