Klasik tarzdaki kentleri beğenmemizin arkasındaki sır nedir?

Geleneksel yapı örneği.
Geleneksel yapı örneği.

Maddi bir varlık olarak mimarlıkla maddi olmayan felsefe ve inançlar arasındaki ilişki, ezelden beri tartışma konusu olmuştur. Bu bağlamı katmanlarıyla ele alan Muhammad Abdullatif’in deneme yazısı sizlerle…

Mimarlıkta amaç; düşünce için adanmış yararlı ve güzel olacak bir bina tasarlamaktır. Zira mimarlık hayalleri gerçeğe çevirmeyi amaçlayan bir pratik düşüncenin ürünüdür. Felsefeye gelince pratiğe dökülmemesi durumunda zarar oluşturmayacak bir bilimden bahsediyoruz. Buna rağmen, mimarlığın gözle görülen maddi yanlarından ötürü, onun daha çok yapıcı düşünce ile ideolojik yaklaşımları vardır.

Tıpkı bir bardağın içinde suyu barındırdığı ya da ruhun vücuda yerleştiği gibi binalar, mimarlığın yansıması ve soyut düşüncelerin kapısı da olsa mimarlıkla bina iki ayrı kavramdır. Bina, mimarlığın gerçekleşmesine yardım eden bir araçtır. Mimarlık ise kapsayıcı kavramıyla gözle görülen yapı ya da ortaya çıkan binanın arkasında saklı olan düşünce kapısıdır. Böylelikle mimarlık yalnızca maddi gereksinimleri karşılamaktan çıkıp düşünceyle ruha hitap edecek daha yüce anlayışlar peşinden gitmeye çalışır. Hatta ilkel denecek kadar eski binaların çoğu da sözü geçen bu düşünce ve inanç sistemlerine hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Bu tarz eski yapılar yenileriyle karşılaştırıldığında adeta daha parlak ve capcanlı gelir gözlemciye.

Dünyanın çoğu yerinde konut inşa eden tek yönlü mimar profiline, kezâ düşünce aleyhine makine ve işlevsellik kavramlarını öne çıkaran inşa etme sürecini yönlendiren, ekonomik ve gerçek hayat şartlarına baktığımızda bunun da “ilgi çekici” olarakadlandırılabilecek yerlere etki ettiğini görüyoruz. Şöyle ki eski bir binanın kalıntıları, geleneksel ve sıradan olan bir kırsal bölge ya da terk edilmiş bir ev, pekala beğenilip gezilesi bir yer olabilir! Halbuki az sayıda tarihi binaların bir yerde bulunması, o yerin turistik bir kent olmasını sağlayabilir. Birçok turistik gezi de “Disney Land” tarzında yapılıyor oldu. Ancak bir tura çıkarak bu binalar hakkıyla gezilebilir. Bu tarz binalar çevresindeki gerçek hayattan ve düşünce dünyasından kopuk ve apayrı bir şekilde gösteriliyor.

Öte yandan doğa ihmal edildi ve tahribata uğratıldı. Yaşam alışkanlıkları değişti. Bu da kültürel ve organik felaketlere yol açtı. Bu gidişatla mimari yapılar, bir insanın geçinmesi için elverişli olmamaya başladı. Haliyle bu, birçok insanın psikolojik ve sosyal sorunlar yaşamasına neden oldu. Bunun etkisinde kalan insanlar da böylesi geleneksel ortamlar ile "Disney Land" turlarını gerçek hayattan sıyrılmak için etkili bir yöntem olarak gördüler.

Bu gerçekten bizleri kaçmaya, alternatif aramaya iten bir sebep olabilir. Bu demektir ki yapılan bu kaçış yolculuğu daha aydın bir gelecek arzulamak üzere yapılan bir girişimdir. Ancak görünen o ki bir şeyler bir hayli zarar görmüştür. Birçok mimarın yeteneği çalınmış sanki yaratıcılığa yol açan kıvılcımı sönmüştür. Bu yüzden gün geçtikçe beğenilesi nadide eserleri de görmüyor olduk. Kezâ toplum ve aydın ortamlara etki eden bir sanat hareketliliği görmüyoruz. Çünkü kendimizi, çağın gerektirdiği akıl yoluyla hareket eden pragmatiğe kaptırdık. Bu vesileyle, her birimiz büyük bir koşturmacanın içinde bir çark haline geldik, çoğu zaman yaratıcılık ve ilham kaynaklarından beslenmek için vakit bulamaz olduk.

Bir başka deyişle; toplum, mimarlık ve sanatla ilgilenmeyen sıradan kitleler oluştu. Gündemde mimari farkındalıkla güzellik sentezi büyük bir kayba uğramıştır. Yine ilk sorumuza dönelim: Her şeye rağmen klasik eski binalar neden hala ilgimizi çekiyor? Bu binalar tam olarak içimize nasıl hitap ediyor da diğer yapılarda aynı izlenimi oluşturmuyor?

Mimariye yön veren inanç ve efsaneler

Efsane, nesilden nesle ağız yoluyla intikal eden anonim anlatımlardır. Modern anlamıyla insanlık kültürü öncesi için bir tarihçilik çalışması olarak ifade edilir. Efsaneler, hikayeler aracılığıyla tarihi kanıtlara dayanmayan davranış ve inanç sistemlerine dair kültürlere olan bölgesel bakışı, açığa vurmaya çalışan bir takım anlatılardır. Toplumun benimsediği düşünce ve yargı değerleri doğru olmayan mecaza dayalı anlatılarla aktarılır. Mimarlık da maddi ortamlarda kültürün aynası olması sebebiyle, bu toplumsal yargı değerlerini devam ettirmek için söz konusu efsane ve inanç sistemlerinden etkilenmiştir.

Bu gidişle, tarih boyunca mimarlığa yön veren en büyük etmen genellikle efsane ile inançlar olmuştur. Düşünce üzerine kurulan mimarlık, ideolojik inançları öne çıkaran ve topluma uyum sağlayan kültürün kökleşmesiyle meydana gelmiş, neticede yüzyıllar geçse de hala ayakta durup görkemini koruyan bir dönem bırakmıştır bize. Ancak geçen asrın başından beri, modern akımdan etkilenmiş olan mimarlık akılsal, uygulamalı ve laik yöntemlerden yanadır. Haliyle geçmişe işaret eden tasarım yöntemlerini reddedip mimarlıkta yepyeni bir anlayışla değiştirilmesi hatta geçmişin tamamen sahneden kaldırılması, yeni mimari ürünlere yansımıştır. Ortaya çıkaran bu modern akımlara aşırı olumsuz tepkiler geldi. Zira bu yapılar sırf işlevsellik ve menfaat için sunulmuş, maddi olmayan soyut varlığa hitap ederek insanı yücelten düşüncelerden uzak kurulmuştur. Bu doğrultuda, tarih boyunca inanç ve yargı değerlerinin mimarlık inşa etmedeki katkıları birçok yazar tarafından vurgulanmıştır.

Varlık, Uzay ve Mimarlık - Christian Norberg-Schulz.
Varlık, Uzay ve Mimarlık - Christian Norberg-Schulz.

“Varlık, Uzay ve Mimarlık” adlı kitabında olgu ile varlık kavramları kapsamında Christian Norberg-Schulz, insan ile mekan arasındaki ilişkiyi araştırmaya başlamış, mimarlık alanında yeni tartışma konuları açmış, efsanevi bir terim olan “Genius Loci” yani “Mekanın Ruhu” temeli üzerine kurulan olgu mimarlığına yazılarında yer vermiştir. Burada her bir mekanın özel bir ruhu var olduğunu, bu ruhun da her gelip görene etki ettiğine inanmıştır.

Genius Loci - Christian Norberg-Schulz.
Genius Loci - Christian Norberg-Schulz.

Bir yandan, insanın evrenle entegre olması ve modern sanayileşme sonrası toplum hoşnutsuzluğu ile ilgili başka tartışma konuları başlatılmıştır. Alberto Pérez-Gómez, “Mimarlık ve Modern Bilimin Sorunu” adlı eserinde imar uygulaması ve düşüncelerinin yeniden değerlendirilmesi konusunda dikkat çekmiştir. Bu mimarlık literatürlerindeki ortak nokta modern mimarlık akımının anlamdan yoksun olması, kent ve şehirlerin kimlik kaybetmesi ve dünyanın her tarafında makine güzelliğine mahkum olunmasıydı. Zira dönüşümlü ortamlar kimlik, çevre, inanç ve tarihle olan ilişki hususunda hiçbir şey sunmamaktadır. Toplumun yargı değerlerini taşımayan bu yapılar sadece asfaltla beton karışımıdır, başka bir şey değildir.

Mimarlık ve Modern Bilimin Sorunu - Alberto Pérez-Gómez.
Mimarlık ve Modern Bilimin Sorunu - Alberto Pérez-Gómez.

Pérez-Gómez’in eleştirilerine göre bu kayıp anlam, yapıda metafizik yaklaşımının olmamasına atfedilir. Ona göre bu pozitivist (olgucu) düşünce; şiir ve hayalden uzak çünkü modern insan aklın sonsuz gücüne esir düşer. Genellikle çağdaş insan kendi zayıflığının farkına varmadığı gibi, sorgulama yeteneğini de unutmuş durumdadır. Modern akıl, efsane ile madde ötesi olan her şeyi çılgınlıkla gerçekdışı olarak algılar. Ona göre artık gerçekler, parlak bilim kuramlarına eşittir. Başka bir deyişle; düşünme yöntemi olarak metafor ve hayal yerine matematik yöntemlerine başvurmuştur. O an pozitivist bilimin benimsediği üstün ilkeleri kapsayan güzel sanatların bir dalı olarak modern mimarlık, doğal bir şekilde bu geleneksel rolü reddetmiştir. Eskiden mimarlığa kazandırılan kentsel içerikten yoksun bırakılan mimarlık meseleleri, kuramsal bir sorun, sıradan bir teknik problem diye küçük görülmüştür.

Geleneksel yapı örneği.
Geleneksel yapı örneği.

Mimarlıkta anlam

Mimarlıkta birçok inanç sistemi, yargı değerleri ve düşünceleri somut yapısal bir biçime büründürmek için var olmuştur. Mimarlıkla anlam arasındaki ilişkinin incelenmesi, zaman geçtikçe mimarlıkta kaybedilen anlamların yeniden keşfedilmesi sonucuna varılmıştır. Araştırmacılar, ayakta duran mimari biçimlere ulaşılma süreçlerini anlamak için eski efsane ve referansları yeniden okumaya koyulmuşlardır. Neticede olguculuk, semiyotik, yapıcılık vb. kuramlar ortaya çıkmaya başlamış, bunun üzerine efsane, inanç ve mimarlıkla olan ilişkiler tartışma konusu olmuştur. Bu da var olan bazı bilim dallarının gelişmesinin yanı sıra psikoloji, dilbilimi ve antropoloji gibi yeni bilimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. O an ilkel topluluklarda hayat ve düşünce tarzını düzene sokan gerçek olarak görülen sosyal ve fiziki olguları daha geniş anlamda kavrayabilmek için birey ve toplumun hafızasını keşfetmek uğruna efsane ile inançlar anlaşılmaya ve yüzeysel olmayan derinlemesine değerlendirmeler yapılmaya başlanmıştır.

Bununla beraber; bu eski dönemlerde kullanılmış olan birçok güzellik anlayışı halkların mirasını yansıtan göstergelerle beraber sunulmuştur. Oysa mimarlık -ister sıradan bir vatandaşın evinde olsun ister kraliyet sarayları ve tapınaklarda olsun- kutsal ya da inanç kavramından parçalanmaz bir içeriğe sahip idi. Bunun sebebi şudur ki bu mimari tarzlar tıpkı efsaneler gibi, nesilden nesle aktarılması alışılagelmiş bir şeydir. Söz konusu tarzların çeşitliliğine karşın, her birisi öncekilerinden mevcut birkaç özelliği yansıtmaya devam etmiştir. Bundan anlıyoruz ki tarzların yavaşça gelişmesi, tamamen ret ve çoğunlukla yeni tarzlarla değişim değil, yavaşça gerçekleşen bir gelişim sonucunda olduğu içindir.

Eskiden insan, doğayı ilâhi olgunluk ve üstün yaratıcılık sembolü olarak görürdü. İlham arayan ve doğayla dolaysız bir şekilde temasta bulunan insanın doğaya öykünmesi de bu yüzdendir. Wiliam Leithaby “Mimarlık, Efsane ve Ruhanilik” adlı kitabında şöyle izah eder:

“Gemi balığın taklidi, bir masanın dört ayağı hayvanınkine benzer, hayvanlar da tahtlar ve mumya tabutlarına dayanak olarak gösterildi. Medeniyetlerin gelişmesiyle -zaman zaman doğal işlemeler, orandan esinlenerek oluşturulan geometrik unsurlar vb. açık mesajlar gönderse bile- taklit ve öykünme yöntemleri daha soyut bir hal almaya başladı.”

Efsaneler de sıkı sıkıya doğayla iç içe olmuş, insan da onunla entegrasyon sağlamıştır. Bir yandan uygar düşünce, bir yandan da uyumlu iletişim bu mimarlığı bunca zamandır devam etmiştir.

Beylerbeyi Sarayı.
Beylerbeyi Sarayı.

Bu yüzden yaşamıştır!

Eski mimarlığın bir zamanlar yaşamış olması; manevi, düşünsel ve çevresel bağlılık gibi amaçlar üzerine kurularak inşa edilmesinin arkasındaki fonksiyonlara dayanır. Bunun için çağdaş mimarlığın gerçek ortamda yer alabilmesi için içeriksiz bir kılıf olmaktan çıkmalıdır. César Daly, “Lisansüstü Eğitim” adlı kitabında şunları ileri sürdü:

“Mimarlığın bizde gerçek ve genel bir ilgi uyandırabilmesi için insanların çoğu, sembolik sentez ve idrak etme yeteneğine sahip olmalıdırlar. Ancak bu ileti, korku, gizem ve ihtişam dolu geçmişin mimarisi için geçerli değildir. Zira Gelecek tapınağında gezegenler dönmeyebilir, yıldırımlar da çakmayabilir. Ne altınlar, ne gümüşler, ne el avcu kadar zümrüt ve mücevherler, ne de yumurta büyüklüğünde yakut ve billur topları güzelliği için değil, sihirli etkisi için kullanılırdı. Ne Babil tapınağı gibi göğü delen tapınaklar, ne Akiatana gibi yedi duvarlı altın işlemeli portreler, ne fil dişili Uhab sarayları ya da Nirun’un bir mile kadar uzayacak geçitleriyle altın konakları, ne de başta etraftaki her şeyi kucaklamak için kapılarını açan sonra lobisi ve odaları daralıp tabanı ibadetini yapan şaşkın kulun hayalini ezmek üzere alçalan Mısır’ın şahane tapınakları tekrar kurulacak”.

Bu ölümsüz eserlerde kullanılan malzemelerin harmonisi tekrar sağlanamayacağı için böyle yapıları yeniden inşa etmek oldukça olanaksızdır. Boynu bükülmeyen iradeyle emeğin sonucunda kurulan bu devasa yapılar geçmişte kaldı, böylesi bir mimarlık artık ne bize ne de geleceğe elverişli olacak. Peki sanatın gelecekteki durumu ne olacak?

Doğayla insana dair bu ileti hep tartışma konusu olacaktır. Acaba bir gün mimarlık tekrar düşünce, inanç, yargı değerleri ve yaşam tarzlarının aynası olacak mı yoksa maddi ve menfaat odaklı konseptlere mi bağlı kalacak? Gelecek bize bunun yanıtını verecektir.