Hız ve Kent: İstanbul / Durdurun Dünyayı, İnecek Var
Yaşamını İstanbul’da sürdüren Ayşe Nur Ayyıldız, mekan, hız ve zamankaynakları arasındaki ilişkiyi farklı perspektiflerden irdeliyor. Mekansal olarak genişaçıda yahut dar birimdeki kenti, geçmiş ve gelecekte, hızla giderken ya da dururkenhayatımızda değişen faktörlere dair yorumları ile Ayyıldız’ın İstanbul’ a bakışıKarşılaştırmalı Kentler serimizde sizlerle...
Henüz dünya gerçekleri ile tanışmamış ufacık bir çocukken hepimizin aklına gelen ve yetişkinler tarafından tebessümlerle karşılanan bir dünya soru vardır. Güneşe elleyebilir miyiz, kocaman gemiler denizin üzerinde batmadan nasıl durur, televizyonun içine insanlar nasıl girer? Geçenlerde kızımın bana sorduğu böyle bir soru ile karşılaşıp ben de tebessüm ettim: Madem uçaklar arabalardan daha hızlı, neden okula da uçakla gitmiyoruz?
Soruyu aklımdan geçirirken, tekrar geriye döndüm, fen bilgisi dersi ile bu tuhaf soruların cevaplarını ufak ufak almaya başladığımız zamanlara. Bilimsel olarak baktığımızda, yaptığımız yer değiştirmeyi hızımıza oranladığımızda bulduğumuz birimle hızımızı anlıyorduk. İyi tamam da, hayatımıza nasıl etki ediyordu bu hız kavramı? Hangi mefhumları onunla yoğurup, hangisini içinden geçirebiliyorduk? Mesela yerimizi değiştirmediğimizde, zaman yine de geçiyorsa, ne oluyordu karşıda salınan hıza? Ya da zamanın durduğu noktalarda bir hızdan bahsedebilir miydik yine de? Zamanın daha hızlı ya da daha yavaş aktığı yerler var mıydı dünya üzerinde? Yani mekanın hız üzerinde bir hakimiyeti olabilir miydi?
Mekan olarak tanımladığımız alanları daha detaylı incelemek gerekiyor belki de. Bir kentin hızı ile bir mahallenin yahut bir evin hızını aynı şekilde değerlendirmek, onları aynı kefelere koymak, elma ile armudu kıyaslamak gibi. Bir mahalle yahut ölçek bakımından kente kıyasla daha küçük birimlerde var olan durağanlık, aynı olay döngüsü ve rutin, içinden binlerce hayatın, binlerce olay örgüsü ve binlerce olasılığın geçtiği kentte bozuluveriyor. Peki nedir bu iki hızı birbirinden farklı yapan? Tek bir yanıtı olmayan şaşırtmalı bir soru bu. Sebepler öylesine kuşatmış ki cevapları, bir yumak şeklinde hepsi birbirine dolanıyor.
Öncelikle, insan eli bir yere ne kadar çok değerse, kalabalık bir yeri ne kadar çok işgal ederse, sokakların üzerine ne kadar çok ayak izi düşerse, hız küheylanların dört nala koşuşları gibi ardına dahi bakmıyor. Dolup boşalıyor yollar üzerindeki boşluklar, bir hücrenin mitoz bölünmesi gibi çoğalıyor, çoğalıyor ve çoğalıyor. Açık havaya çıkıyorsunuz ama bir Turgut Uyar şiirinde gibi, devamlı göğe bakma ihtiyacı duyuyorsunuz, çünkü gözünüzün gördüğü her bir noktada insan var karınca misali. Ve bu kadar kalabalık karşısında insanın içinde istemsizce beliren his, zamanı yakalamak, az zamanda daha çok iş yapmak oluyor. Bu yüzden hep koşturuyor insanlar, devamlı bir yerlere yetişmek zorundalar. Sanki bıraksanız, Alice’nin ünlü beyaz tavşanı gibi şu cümleler dökülecek dudaklarından: "Ay ay! Geç kalacağım!" İşin tuhafı, zaman aynı zaman olmasına rağmen, insanları haklı çıkarırcasına burada daha hızlı akıyor sanki.
Kendinize dönüp bir dikkat edin, gökyüzüne dikilen kalem gibi iş merkezlerini gözünüze gözünüze sokan Levent’te geçirdiğiniz bir saat ile yürürken ayak seslerinizi dahi duyabileceğiniz Kınalıada’da geçirdiğiniz bir saat bir midir? Yahut kent bazında da aynı hikayeye dönebiliriz: İstanbul’ da geçirdiğiniz bir gün ile Yozgat'ta geçirdiğiniz bir gün aynı mıdır? Kalabalığın insanı boğarcasına sıkıştırdığı mekanlarda saatler adeta göreceli çalışır. Abime oradan bir İstanbul saati çek! Tabiki abi, 10 dakikayı 10 saniyede geçirme garantili!
Yoğun popülasyon, hızı kendi eğlencesine göre hunharca sallandırıyor peki, devam edelim. Ya aynı mekan içerisinde zamanın farklı aktığı, hızın tuhaf bir şekilde devinim gösterdiği yerleri ne yapacağız? Neredeyse İstanbul’ un tarihi ile eş olan Divan Yolu caddesini düşünün. İlk gençliğimdeki ziyaretlerimde yol boyunca duyduğum sesler halen kulağımda: Turkish kebab! Welcome welcome! Maraş dondurmaaaa! Tramvay sesleri ezanlara karışır, her türlü lisan kulağıma çalınır ve ben bu karmaşada adeta tünelin ucunu arayan bir mahkum gibi yalnızlığı arardım.
Ayağımı II. Mahmut Türbesi’ne attığım anda adeta başka bir evrene girer, tüm gürültüyü kapalı bir kutu içindeymişim gibi dışarıya hapsederdim. Muallim Naci’den Ziya Gökalp’e, II. Mahmut’ tan II. Abdülhamid'e kadar pek çok kişiye selam eder, mezar taşlarının dibine oturup kuşların sesini dinler, kedilerin kucağımda uyumasına izin verirdim. Ve bu döngü beni her seferinde sarhoş ederdi: dışarda kimseyi umursamadan akıp geçen hayat buraya hiç mi uğramazdı? Sanki kapıda bir asker çatık kaşlarıyla dikilir, en ufak bir gürültüye tahammül edemez, içerideki huzur ve sükunetin de zırnığının kapının dışına sızmasına izin vermezdi. Sonradan farkına vardım elbet pek çok mezarlığın başında aynı askerin olduğunu. Burada hayat durmuştu, çünkü her şey toprağın altına gömülüydü artık.
İşe yetişmem lazım geç kaldım, sabaha sınav var, çocuğu yedirip geleyim, anneme yemek yapayım birkaç kap, konferansa bu sene kimler davetlidir ki, ameliyat kaç saat sürecek acaba? Seneler evvel dudaklarından dökülen bu sözlerin sahipleri, artık toprak altında sadece bekliyorlardı, ne zaman sonuçlanacağını bilmedikleri bir sınavın sonunu bekler gibi bekliyorlardı. Ve zaman Dali’nin eriyen saatleri gibi, önemsiz, gereksiz bir ayrıntıdan başka bir şey değildi artık.
İnsan, mekana anlam katan bir unsur olarak neresinde duruyordu peki bu denklemin? Mekanı, mekanın karakterini ve yaşanmışlığını bir kenara bırakınca, insan hıza etki edebiliyor muydu? Soru zihnime düştüğü anda üniversitede okurken calculus sınavlarına gireceğim zamanları hatırlıyorum tedirginlikler ve karnımda kıvrandıran ağrılar ile çevrelenmiş olarak. Ayaklarım adeta geri geri giderken yüzüm düşmüş halde gözümün önündeki her bir ayrıntıyı nasıl dikkatle incelediğimi, daha önce görmediğim her türlü şeye bir bebek merakıyla baktığımı anımsıyorum. Binalar üzerindeki taşların şekilleri, kapı numaraları, apartman isimleri, dükkan vitrinleri, kaldırım kenarı uyuyan köpekler, kediler, pencereden sarkan çiçeklerin tomurcukları ve daha neler neler çarpıyor gözüme. Hani biraz zorlasam, karıncanın sırtında taşıdığı yüke el atacağım, taşlar arasında biten ayrık otlarını tebrik edeceğim inatlarından dolayı. Ama hep aynı düşünce zihnimi kemiriyor: Hedef noktaya varmayayım da ne olursa olsun. Zaman koluma çakılı bir rakamdan ibaret. Son baktığımdan beri üzerinden 15 dakika geçti kesin ama kolumdaki sadece 1 dakika olduğunu söylüyor. Demek ki insanın kıvrandığı, ruhunun kalıbına sığmadan sıkıştığı zamanlarda, zamanın geçip gitmesini, adeta bir rüzgar gibi uçmasını istediği anlarda dalga geçercesine duruveriyordu zaman. Ve bu ağır çekimde ilerlerken insanın, mekanın ve kainatın hızı sıfır noktasından aşağı inip geri çekimde ilerliyordu sanki. Aklıma Kaufmann’ın I’m Thinking of Ending Things filmindeki karakterin sözleri geliyor :
İnsan, kendini zamanda ilerleyen bir nokta olarak görmek ister. Bence muhtemelen tam tersi. Sabit duruyoruz ve zaman üstümüzden akıp geçiyor. Soğuk rüzgar gibi esiyor, ısımızı çalıyor. Soğuğuyla bizi mahvediyor."
Şimdi bir de tam tersini yatırayım masaya: Sevdiğim bir insanla buluşmak için yola düşmüşken yahut büyük merakla beklediğim bir sergiye giderken kaldırımları bir serçe gibi seke seke geçiyorum, yanından geçtiğim binaların ev mi işyeri mi olduğunu bile görmüyor gözüm. Hangi sokaktan geçtim, hangi bina nerede kaldı, sokakta insan var mıydı yoksa tek başıma mı geçtim bu yollardan? Bütün binalar kopyala yapıştır yapılmış gibi aynı renk ve malzemeden mi? Hiçbirinin cevabını veremeyecek kadar aklım havada dolanıyor. Şehir keskin bir hızla etrafımda dönüyor, binalar bile bana fark ettirmeksizin adım adım ilerliyor sanki. Kolumdaki saat 1 diyor, iki muhabbet arasında bir yudum kahve içiyorum, saat 3 oluyor ve kopuyor bir yerden sonra film, 3,5,6,8. Sayıların ne önemi var yahu?
Bir de olaya şu yönden bakalım, iç huzurunu dış dünya hızından ayırmayı başarabilen mesut kimselerin mekana katkısı ne olabilir? Kırşehir’in bir köyünden alıp Gültepe’nin arka sokaklarındaki bir gecekonduya koyduğunuz ununu elemiş eleğini asmış teyze için, bırakıp geldiği evindekinden farklı mı olur artık kainatın hızı? Birkaç metre ötesindeki göğe uzanan kuleler içinde dönen hız ile onun bilmem kaç metrekare evindeki hız aynı mıdır? Yahut çok uzağa gitmeyelim, aynı apartmanda yaşayan üst komşusunun hızı ile onunki bir midir? Ya, Kadıköy Barlar Sokağı’nda yaşayan bir öğrenci ile ondan bir-iki kilometre ötede yaşayan Moda’daki bir emekli albayınki? Görünen o ki, hız insan faktörü ile de tepetaklak olabilir pekala. Sen birey olarak ne kadarına müsaade ediyorsun o hızın hayatına sızmasına?
Hadi ilişkilere son kez bir göz atalım, mekanın zamanı ve beraberinde hızı değiştirmesi mümkün, e insanın içinde bulunduğu ahvale göre zaman ve hız algısı ile oynaması de mümkün. Etken maddeler değiştiğinde tek eksik kalan, hız ve insanın mekan üzerindeki etkisi. Hızına bir türlü yetişilemeyen büyük metropollerde, insan elinin de yardımıyla mekanın tahribatı hepimizce elbette aşikar. Ucu törpülenip suyu kesilen cânım asırlık çeşmeler, bir zamanlar bir genç kız gibi salınsa da artık viraneye dönmüş cumbalı evler, döneminin en üst seviyeye ulaşan zanaatıyla ince ince nakşedilmiş, binlerce olaya şahitlik eden pek çok mekan, mimari eser yahut büyük ölçekte mahalle, ilçe ya da il bir taş öğütücünün eline düşmüş ve kum haline getirilmiş gibi uçup gidiyor ellerimizden. İnsan, yeri geliyor cehaletten, yeri geliyor kibirden kendi kültürünü oluşturan unsurlardan fersah fersah uzağa gidiyor. Konservasyonu yahut restorasyonu sözlükte işimiz düşünce baktığımız bir madde gibi kullanıyoruz. Adeta yapmak değil de, yıkmak bizim işimiz dermişçesine zaman ile bir yarışa tutuşmuşuz. Kazanan kim olursa olsun, kaybeden hep biz oluyoruz üstelik.
Mahalle ya da kent, genç ya da yaşlı, mutlu yahut depresif, bir metro durağında ya da unutulmuş bir sokakta. Her ne şekilde olursa olsun, 'dünya dönüyor sen ne dersen de, yıllar geçiyor fark etmesen de...'