Duyulara hitap eden mimar: Peter Zumthor
Mimarlık camiasının kült isimlerinden biri olarak görülen Peter Zumthor; zamansız, saf ve sade yapılarıyla tanınıyor. Tasarımlarında atmosfer, mekan deneyimi gibi konuları ele alan mimar, 2009 yılında layık görüldüğü Pritzker Mimarlık Ödülü ile bu alandaki başarısını kanıtladı.
Peter Zumthor, 1990’lı yıllarda karşılaştığımız enformasyon ve iletişim yönelimli, ikinci postmodern dalgaya karşı gelen en önemli isimlerden biri. Bu karşıt duruşunu alışıldığı gibi yazılı ve sözlü olarak değil yaptığı işlerle gösteriyor. Malzeme ve mekanla özel bir ilişki kuran bu işlerin ortak yanları ise; doğrudan duyulara dokunmaları ve duyuları uyarmak üzere kurgulanmış olmaları.
1943’te, İsviçre’nin Basel kentinde, marangoz bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Zumthor, 1963 yılında yine aynı şehirdeki Kunstgewerbeschule'den mezun oldu. Babasının mesleği olması dolayısıyla marangozluktaki deneyimi, Zumthor’un yaşamının ve eğitiminin önemli bir parçası oldu ve mobilya yapımında uzmanlaştı. Endüstriyel tasarım öğrencisi olan Zumthor, daha sonra değişim öğrencisi olarak New York City’deki Pratt Enstitüsü Mimarlık Bölümü’ne devam etti.
Mimarlığa ek olarak akademik alanda da çalışmalarda bulunan Zumthor, Münih Teknik Üniversitesi, Los Angeles'taki Güney Kaliforniya Mimarlık Enstitüsü ve New Orleans'taki Tulane Üniversitesi gibi çeşitli üniversitelerde dersler verdi.
Bunun yanı sıra Zumthor; Atmospheres: Architectural Environments - Surrounding Objects, Thinking Architecture gibi mimari anlayışını yansıtan kitaplar yazdı. Bu kitaplarında, tasarım sırasında veya bir mekanda yaşarken, atmosferi hissetme ve mekanı anlama çabasını vurguluyor.
Zumthor’un tasarımındaki fenomenolojik yaklaşım, atmosferin nesnel yönlerini anlamak ve mekan atmosferini oluşturmak için ihtiyaç duyulan dokuz etkene dayanıyor. Kendi tanımıyla mekanla kurduğumuz ilişkiyi güçlendirecek olan bu dokuz etken; mimari beden, malzeme uyumluluğu, mekanın sesi, mekanın ısısı, nesneler, sakinlik ve cazibe dengesi, içerisi ve dışarısı arasındaki gerilim, samimiyet seviyesi ve nesnelerin sahip olduğu ışık olarak karşımıza çıkıyor.
John Cage, konferanslarından birinde, zihninde müziği duyup sonra da yazmaya girişen bir besteci olmadığını söylemiştir. Başka türlü çalışır. Kavramlar ve yapılar belirler ve sonra nasıl ses verdiklerini görmek için onları icra eder." Peter Zumthor, Thinking Architecture
Zumthor, yapı yapmanın dünyevi boyutunun da olduğunu savunan yaklaşımıyla, somut gerçekliğin birçok katmanının olduğunu hatırlatıyor. Aynı zamanda, mekansal bir problem olarak görülen mimarlığın, göz ardı edilen fiziki mevcudiyetini vurguluyor.
Zumthor, zaman zaman mekanlarının sadeliğiyle, minimalist olarak tanımlanıyor. Ancak kendisinin yalnızca bir mimari stili olduğundan bahsetmek mümkün değil. Zumthor, belirli bir tasarım anlayışı üzerine devam etmek yerine, her çalışmasında tasarımını çevre ve ihtiyaçlara göre şekillendirdiğini belirtiyor.
Fikirler sadece nesnelerin içindedir ve onların dışında hiç fikir bulunmaz.” Peter Zumthor, Thinking Architecture
Peter Zumthor’u günümüz mimarlarından farklı kılan bir başka özelliği ise, tasarım sürecini özgürce yönetmesi olduğu düşünülüyor. Mimar, sektörün içerisinde bulunduğu kısa zaman diliminde, proje üretim zincirinin aksine, daha uzun bir süreye yaydığı ve tasarımlarının detayları üzerinde titizlikle durduğu bir çalışma disiplinine sahip.
Peter Zumthor’un mimarlığı üzerine kaleme aldığı "Mimarın Soluğu" adlı kitabında İhsan Bilgin, Zumthor’un çalışma biçimini şu şekilde betimliyor:
- "…[tasarımcı] dikkatini durumun kendisine yöneltirse, ilhamını durumun biricikliğinden alırsa, güneşin her doğuşuna, ağacın her kesitine, insanın her akşamki haline dikkat kesilmeyi bilirse, bakmaya, işitmeye, koklamaya, tatmaya, dokunmaya açıksa, bunları otomatiğe almamışsa, özgül durumların kendilerine bir kere açıldı mı tekrarlanan hiçbir şey, hiçbir an olmadığının farkındaysa, işte bu açıklık durumu içinde gerçekleştirme iddiasındadır üretimini."
- Mimarın Soluğu, s.43.
İhsan Bilgin, mimarların öne çıkan, star mimarlar olarak tanınmak istediği seksenler sonrası dönemde, Zumthor’un tasarım yaklaşımını "dizginlerinden kopmuş bir nominalleşme eğilimi" olarak tanımlıyor.
Zumthor New York City’den ülkesine döndükten sonra, 1968-1979 yılları arasında, Graubünden’deki Anıtlar Koruma Kurulu’nda mimar olarak çalıştı. Burada yaptığı çalışmalar neticesinde, geleneksel inşaat teknikleri ve çeşitli yapı malzemelerinin özellikleri hakkında tecrübe edindi. Mimarın yapılarına bakıldığında, burada edindiği malzeme ve yapım tekniklerini daha modern bir biçimde yorumlayarak kullandığını görmek mümkün.
Anıtlar Kurulu’ndaki görevinden ayrılan Peter Zumthor, 1979’da kendine ait bir mimarlık ofisi kurdu. Tasarımlarının planlama ve uygulama aşamalarıyla yakından ilgilenebilmek amacıyla, mesleki yaşamının başlangıcından itibaren çalışmalarını daha küçük ölçekte tutmaya çalıştı. Günümüzde aktif olarak çalışmalarına devam eden ofis, 30 çalışanıyla beraber İsviçre’nin Haldenstein kentinde bulunuyor.
Mesleki yaşamında birçok başarı elde eden Zumthor, mimari alanda en saygın ödüllerden biri olan Pritzker Mimarlık Ödülü’nün yanı sıra, 1999 Mies Van Der Rohe Ödülü’ne, 2008 Praemium Ödülü’ne ve 2013 RIBA altın madalyasına layık görüldü.
Zumthor’un ilk önemli işlerinden biri olarak, iki Roma yapısının kalıntılarını kapsayacak şekilde inşa edilen "Shelter for Roman Ruins" gösterilebilir. Graubünden’de bulunan ve 1986’da inşa edilmiş olan yapı, geçen zamana rağmen oldukça iyi durumda olmasıyla dikkat çekiyor.
İsviçre’nin tarihi alanlarından biri olan bu bölgede, günümüzde yapılan arkeolojik kazılar sonucu bir dizi Roma kalıntısı tespit edildi. Yetkililerin kazıları korumaya ve halka açık bir şekilde sergiye açmaya karar vermesi sonucunda, yerel mimar Peter Zumthor görevlendirildi.
Rüzgarı içeriye alabilen koruyucu ahşap strüktür, üç Roma binasının kalıntılarını takip ediyor. Yapının formu, cadde boyunca uzanan evleri ve girişlerini temsil ediyor. Zumthor bu tasarım kararını; "Roma binalarının aslının hacimsel olarak referans alınması ve soyut bir şekilde yeniden inşası" olarak tanımlıyor.
Mimarın İsviçre’deki önemli çalışmalarından bir diğeri ise; St. Benedict Şapeli olarak gösteriliyor. Graubünden köyünde bulunan şapelin mütevazı dış cephesi, Zumthor'un eserlerinin sadeliğini yansıtırken; iç mekanda eşsiz bir işçilik göze çarpıyor.
Şapel, 1984’te köyün eski Barok tarzındaki şapelini yıkan çığ sonrasında inşa ediliyor. Nefes kesen dağlık manzaralar sunan yeni şapelin yamaç alanı, çevredeki ormanlık alan tarafından gelecek olası çığlardan korunmakta.
Zumthor New York Times’a verdiği bir röportajında tasarım sürecini şöyle açıklıyor:
Tasarıma başladığımda ilk olarak malzeme fikriyle yola çıkıyorum. Mimarinin herhangi bir form ile ilgili değil, bununla ilgili olduğuna inanıyorum. Atmosfer ve malzeme.’’
Zumthor bu özel tasarım için modern malzeme ve yapım teknikleri kullanmış olsa da; silindir şeklindeki şapel, Alp köyünün geleneksel ve tarihi dokusunu rahatsız etmeden çevreye uyum sağlıyor.
Yapının dış cephesinde kullanılan ahşap kaplama, geleneksel yöntemlerin devam ettirildiğinin bir göstergesi. Mekanın kat yüksekliği ile bir tekne gövdesini andıran çatı strüktürü ise, modern bir anlayışı işaret ediyor. Zumthor’un çalışmalarının büyük bir çoğunluğunda görülebileceği gibi doğal ışığı mümkün olduğunca iyi kullanan yapı, bunu çevresini saran bant pencereler ile sağlıyor.
Yapının barındırdığı tek mekanda sade bir biçimde tasarlanmış olan ahşap kolonlar, kirişler ve banklar, Zumthor’un detay ve materyal konusundaki hassasiyetini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Mimarın öne çıkan bir diğer projesi ise, Graubünden kentindeki "Gugalun Evi ". Tasarım, küçük bir dağ kulübesinin renovasyon projesi. Modern dünyanın içinde bir yapı tasarlamanın varoluşsal problemlerinin içerisinden gelen tecrübeli mimar Peter Zumthor’un, bu ahşap kulübeyle yaptığı iş, mimari alandaki hassas ve kırılgan duyarlılığını somut olarak görme imkanı sunuyor.
Zumthor, yapıya müdahalede bulunma fikrine oldukça çekinceli yaklaşıyor. Ancak yine de bir şekilde önüne gelmiş olan bu işi, en iyi şekilde değerlendirmeyi amaçlıyor. Zumthor’un yapıya yaptığı müdahaleye baktığımızda, en çok dikkat ettiği noktanın binanın formu, penceresi, kapısı değil; ahşabın yüzeyi olduğunu anlamak mümkün.
Zumthor’un yapının cephesinde, geçmişin izlerini taşıyan ahşap yüzeylerden etkilendiği görülüyor. Mimar, yapıya önemli bir müdahalede bulunmak yerine bir kenarından ekleme yapmayı tercih ediyor. Eklediği bölümde ise alışıldığı gibi konstrüksiyonu kaplamak yerine, duvarı ham bir şekilde bırakıyor. Ancak kullandığı ahşapları istediği dokuyu elde edene kadar işlemden geçiriyor.
Tüm bunların sonucunda ham bir duvar ve işlenmiş bir yüzey ortaya çıkıyor. Duvar yüzeyinde pencere açıklıkları oluşturmak yerine; ışık gereken birkaç yerde tahtaların arası boşaltılarak doğal ışık elde ediliyor. Zumthor’un yaptığı bu işte; yeni, eskinin yanında bulunarak, ona bağımlı kalarak varlığını sürdürüyor. Aynı zamanda eskiyi bulunduğu yer içinde daha görünür kılıyor. Eski de yalnız başına bağlama uyum sağlayamayacak olan yeniyi vadediyor ve bu şekilde eski ve yeni, sağlam bir birliktelik oluşturuyor.
Zumthor’un inşa edilen en büyük ölçekli yapılardan birisi olan, World Expo Hannover etkinliği için tasarladığı "Swiss Pavilion" isimli yapısı.
Tasarımında İsviçre’nin farklı kültürel özelliklerinin yansıtılması amaçlanan ve çoğunlukla ahşap malzemeden oluşan yapı. 50x50 metre genişliğinde ve 9 metre yüksekliğinde. Proje duyulara yönelik bir mimari oluşturmayı hedefliyor.
İsviçre'de Graubunden Katarakn'daki kaplıcalar üzerine inşa edilen Therme Vals, Zumthor’un en popüler tasarımlarından biri. Otel ve spa merkezi olarak hizmet veren yapı, çeşitli duyusal deneyimleri derin bir şekilde yaşamayı mümkün kılıyor.
Peter Zumthor yapının tasarım felsefesini şu cümlelerle açıklıyor:
Dağ, taş ve su, taşın içindeki yapı, taş ile yapı, dağdan çıkan yapı, dağın içindeki yapı. Bu kelime ve söz öbeklerinin çağrıştırdığı duygular mimari olarak nasıl yorumlanır?”
Tasarımın başlangıcındaki ana fikir; mağara ve taş ocağı hissiyatını yansıtabilecek bir strüktür meydana getirmek. Bu fikirden yola çıkılarak, topoğrafyaya yarıya kadar gömülmüş olan yapı, yeşil bir çatı ile gizleniyor. Böylece tasarım, bulunduğu doğal çevrenin bir uzantısı olarak devam ediyor.
Bölgedeki taş ocaklarından elde edilen, yerel bir taş türü olan Valser Kuvarsit’inden yapılmış olan levhalar; yapının iç ve dış mekanlarında kullanılıyor. Tasarım aşamasında birçok yerde, ilham kaynağı olan bu taş, yapıya nitelikli bir biçimde işleniyor.
Yapının iç mekan planlamasında özenle tasarlanmış olan sirkülasyon ağı, ziyaretçileri ana fonksiyon olan kaplıca bölümüne yönlendiriyor. Bu rota üzerinde, Zumthor’un ziyaretçilerin keşfine bıraktığı alanları da içerisinde barındırıyor. Yapı içerisindeki açıklıklar da, ziyaretçileri kimi zaman eşsiz bir manzarayla baş başa bırakırken; kimi zaman da içeriyi dışarıdan tamamen soyutlayarak farklı deneyimler sunuyor.
Dağ içindeki bu mistik dünyanın nitelikleri olan; karanlık ve aydınlık, ışığın su ve buhardaki oluşturduğu atmosfer, akustik, sıcak taşların oluşturduğu his ve eski çağlardan kalmış arınma (temizlenme) ritüeli, tasarımda mimara rehberlik eden kavramlardan birkaçı. Mimar projenin başından beri, bu elementleri değerlendirmeyi, yapının formuna bilinçli bir şekilde aktarmayı amaçlıyor.
Mimarın sadelikle, malzemeyi başarılı bir şekilde harmanladığı bir diğer projesi ise 2007’de tamamlanan Bruder Klaus Şapeli. Çiftçilikle uğraşan Hermann-Josef Scheidtweiler ve eşi Trudel Scheidtweiler, bu yapıyı ıssız bir araziye "adak" amacıyla inşa ettiriyor.
En son beton dökümünde bizzat Zumthor’un da eşlik ettiği şapel, işverenin arzusu üzerine; işveren, yakın dostları ve birkaç yapı ustası iş birliğinde inşa ediliyor. Betonun yığma olarak kullanıldığı yapının inşası, altı sene sürüyor.
Yapının inşası sırasında, ağaç kütükleri bir çadır formu oluşturacak şekilde bir araya getiriliyor. Dış kalıp ile iç kütükler, demir borularla birbirine bağlanarak yirmi dört katman beton dökümü yapılıyor. Dış cephesine bakıldığında, beton katmanları görülebilen yapı, on iki metre yüksekliğinde.
Beton dökümünün ardından iç tarafta kalan kütüklerin yüzeyleri geleneksel odun kömürü üretiminde kullanılan tekniklerle yakılıyor. Ahşap kalıbın yanması sonucunda çizgisel bir dokuya sahip yüzeyler isle kaplanıyor.
İç mekanında ibadet sırasında kullanılması için bir oturma birimi bulunduran yapı, tepesinde bırakılan boşluk sayesinde, doğal ışığı etkileyici bir şekilde kullanıyor.
Zumthor 2011 yılında, her sene tanınmış mimarların çeşitli pavyonlar tasarladığı, Serpentine Galerisi için bir çalışma yaptı. Malzemeler, duyular ve duyguları referans alan bu tasarım; ziyaretçilerin dinlenme ve gözlemleme gibi eylemleri deneyimlemesini amaçlıyor.
Zumthor tasarladığı pavyonun konseptiyle ilgili şu ifadeyi kullanıyor:
Bir düşünme odası, bahçe içerisinde bir bahçe.’’
Koyu renkteki yapının, içerisinde oluşturulan bahçenin tasarımı, Hollandalı Piet Oudolf’a ait. Yapının orta bahçesi, çiçekler ve ışık için bir sahne görevi görüyor.
Karanlık bir girişten sonra karşımıza çıkan avlu; kullanıcıya şehrin karmaşasından uzak, dinlenebileceği, gezinebileceği ve çiçekleri inceleyebileceği bir iç mekan sunuyor.
Peter Zumthor’un hayatı ve kariyeri ile ilgili birçok dikkat çekici detay barındıran söyleşi için videoyu izleyebilirsiniz.