Doğaya bir atıf: Organik Mimari
Organik mimari, yapılar ile doğa arasındaki uyumu desteklemeyi savunur. Binanın, dekorun ve çevrenin bir kompozisyon oluşturmasını ön görür. İnsanın doğa ile savaşına karşı bir barış teklifi sunar. Çevresinde uyum sağlayacağı veriler olmadığı zamanlarda ise, doğayı taklit ederek ona göndermeler yapar.
Organik mimarinin kurucusu, bu kavramı ilk ortaya atan Frank Lloyd Wright olarak kabul edilir. Organik mimari, yapının çevreyle uyumunu ifade eder. Binayı, dış mekandan içerdeki aydınlatma elemanlarının tasarımına kadar tüm detaylarıyla bir bütün olarak ele alır.
Bu yaklaşımla birlikte organik mimaride, doğadan ilham alan, esnek, akışkan, kendi içinde ve doğayla ahenk oluşturan, müziğin ritmiyle dans eden, yenilikçi yapılar ortaya çıkar. Bu tasarımlar, çevresinden bağımsız ya da çevresinde egemenlik kuran oluşumlara karşı bir duruş sergiler. Bu yapılarda, doğayla uyum içinde olan taş, toprak, ahşap gibi malzemeler sıklıkla tercih edilir.
Organik tasarımlarda, zaman zaman dekoratif işlemelerde bitki motifleri kullanılarak doğaya gönderme yapılır.
Bu mimari üslup, doğaya hizmet eden ve doğanın sunduğu imkanları kullanan sürdürülebilirlik kavramıyla iç içe bir tavır içindedir. Organik mimari doğrultusunda tasarlanan binalar, bulunduğu çevre ile aidiyetlik hissini yakalayan, sade, işlevsel ve zarif olmayı hedefler.
Organik mimariye örnek olarak verilebilecek olan Harran evleri; yazın serin, kışın sıcak tutmasını sağlayan, doğada bulunan, kerpiç ve taş kullanılarak yapılır. Kubbeli yapılar, çevre sıcaklığı baz alınarak tepede ve duvarlar üzerinde küçük boşluklar bırakılarak havalandırılır.
Evler, küçük kubbeli odaların içerden birbirine bağlanmasıyla oluşturulur. Yapı, dışardan bakıldığında, topraktan yükselen, kendiliğinden var olmuş tümsek izlenimi verir. İnsanın barınma ihtiyacını doğayla bütünlük içinde çözümleyen bu yapı, türün öne çıkan örneklerindendir.
UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan ve tarihi 250 yıl öncesine dayanan bu evler, içerden ve dışardan balçıkla sıvandığı için bugüne kadar ulaşır.
Heykel Ev, 1967'de Jacques Gillet tarafından tasarlanır. Betonarmenin sınırları zorlanarak tasarlanan konut, ilk insanların yaşadığı mağara evlerini andırır. Yapı, katı kütlesel bir form yerine kabuk izlenimi veren asimetrik bir formda tasarlanır.
Doğadan ilham alınarak yapılan eser, sonradan yapılmış gibi değil de, bölgede var olan mağaralar üzerine yapılmış birkaç dokunuşun ürünüymüş gibi bir izlenim verir.
Yapı, çatısına kadar yosun ile kaplanarak çevresindeki ağaçlarla bütünlük sağlar. Çelik strüktürlerle desteklenen yapı, doğanın eksik olan parçasını tamamlar niteliktedir. Merdiven bulunmayan projede, kullanıcılar üst katlara çıkarken kayalara tırmanırcasına yapılan rampaları kullanır. Dış mekana açılan pencereler, uzun ve geniş yapılarak iç-dış kavramları ortadan kaldırılıp yapıya esneklik kazandırılır.
Mimar Antoni Gaudi tarafından tasarlanan organik yapı, 1910 yılında Barselona şehrinde tamamlanır. Dalgalı formu ile bina, doğal taşların ustaca şekillendirilmesinden dolayı "Taş Ocağı" lakabıyla da anılır.
Cephe boyunca devam eden dalgalı form, yapıya parçalar halinde değil de yekpare bir şeklide oluşmuş izlenimi verir. Yapının bu hali, organik mimarinin kendi içinde var olan ahengiyle bütünlük oluşturma ilkesine öncülük eder.
Yapının adeta bir heykel gibi tasarlanan bacaları ve Art Nouveau işlemeli balkon korkulukları gibi detayları da incelikle ele alınır.
İki dairesel avlu etrafında sonsuzluk sembolü (∞) şeklinde tasarlanan yapı, 1984'te, UNESCO Kültür Mirası Listesi'ne alınır.
Organik mimariye bir başka örnek olan İsveç'in başkenti Stockholm'da bulunan istasyon, sanatı metroya yerleştirerek "halkın günlük yaşamında kolaylıkla erişebileceği bir sanat" fikri olarak ortaya çıkar.
Birçok sanatçının bir araya gelerek oluşturduğu ve 1975'te açılan istasyon, yer altındaki ana kayanın kullanılmasıyla, doğanın sunduğu imkanlarla yapılır. Ana kayanın derinliklerine indiren yürüyen merdiveniyle yapı, doğada denk geldiğiniz bir mağara atmosferine sahip.
Bulunduğu çevreyi yok sayıp tamamen betonarme bir istasyon inşa etmek yerine; ana kayanın tasarıma dahil edilmesi, organik mimarinin tüm yapısal ögelerde kullanılabileceğini gösterir. İstasyonun bugünkü halini almasında Karl-Olov Björk ve Anders Aberg gibi sanatçıların büyük etkisi bulunur.
Yapı, 1955'te, ABD'de Bruce Goff tarafından tasarlanır.
Malzemenin tüm imkanlarını kullanan Goff, yerel demir taşından yapılan duvarlar arasına cam kırıntıları yerleştirir. Bulunduğu yerdeki topraktan doğmuşçasına sarmal bir formla, yaklaşık 30 m yükselen yapının zemininde kullanılan taşlar, arazi ile bütünlük oluşturur.
Bu sarmal çatı, merkezdeki çelik direğe bağlanarak kablolarla desteklenir. İç mekanda, bölücü duvarlar yerine farklı kotlar ve perdeler kullanılarak işlevler, birbirinden ayrılır. Böylece yapı, daha esnek bir kullanım olanağı sunar.
Organik mimari meraklısı olan Bruce Goff'un bu yapısı, doğaya dönüşün bir simgesi haline gelir.
Tüm bu örneklerin ışığında organik mimari için; insanın barınma ihtiyacı ile doğal çevre arasındaki uyumu destekleyen bir mimarlık felsefesidir denebilir.