Doğal malzeme ile sadeliği birleştiren isim: Kengo Kuma
Kengo Kuma, doğal ve kültürel açıdan çevresiyle uyumlu, insan ölçeğinden kopmamayı hedefleyen bir mimari anlayışa sahip olmasıyla mesleğinin önemli isimlerinden biri olarak görülüyor. Yerel malzemeler ve yerel ustalarla çalışmaya önem gösteren mimar, mimarlığın ancak doğal çevreye ait ilişkileri desteklediğinde başarılı olacağını düşünüyor.
Mimarlık camiasında doğal malzeme kullanımı ve doğa ile bütünleşik yapılar tasarlamasıyla tanınan mimar, 1954 yılında Japonya’nın Yokohama kentinde doğdu. Kengo Kuma’nın mimarlığa olan ilgisi ise 10 yaşında yine mimar olan babası Kenzo Tange ile beraber 1964 yaz olimpiyatları için inşa edilen Yoyogi Ulusal Spor Salonu’na yaptığı ziyaret ile başlamış. Mimar olmaya karar vermesinde bu gezinin çok büyük etkisi olduğunu belirten Kengo Kuma, bunun üzerine Tokyo Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi almış.
Hangi ölçekte olursa olsun mimarlığın insanlar arasındaki iletişimi başlatabileceğine inanan Kengo Kuma, mesleğinde en çok etkilendiği isimlerin Frank Lloyd Wright, Bruno Taut ve İngiliz heykeltıraş Barbara Hepworth olduğunu belirtiyor.
1979 yılında mimarlık fakültesinden mezun olmasının ardından, yüksek lisans eğitimini de çeşitli köy ve yerleşim yerlerini gezerek geleneksel mimariye yönelik araştırmalar yaparak burada tamamlayan Kengo Kuma; 1985-1986 yılları arasında Columbia Üniversitesi’nde konuk araştırmacı olarak görev almış. Post-Modernizm akımının egemen olduğu bu yıllarda Kengo Kuma, o zamanın önemli figürlerinden olan Philip Johnson, Peter Eisenman, Michael Graves, Frank Gehry gibi isimlerle tanışmış, ofislerini ziyaret etmiş ve röportaj yapmış.
Daha sonra bu röportajlarını bir kitap haline getiren mimar, kitabını oldukça agresif bir şekilde "Good-Bye Post-Modernizm" olarak adlandırmış. Ancak, 1990 yılında Tokyo’da Kengo Kuma & Ortakları isimli mimarlık ofisini kuran mimarın; M2 binası isimli ilk büyük projesinin, kitabında sert bir şekilde eleştirdiği post-modernizm akımının bir örneği olarak görülmesi dikkat çekiyor.
Yılları içerisinde kazandığı tecrübe ve Japonya’nın bu dönem de geçirdiği ekonomik durgunluk Kengo Kuma’yı kariyerini yeniden tanımlamaya sürüklemiş. Mimarın bu yeni anlayışını kazanmasında ise Japonya’nın güneyindeki Shikoku Adası’nda bulunan küçük bir dağ kasabasının etkili olduğu belirtiliyor. Kengo Kuma’ya göre bu kasabanın ölçeği onun mimari tutkularına daha az engel anlamına gelirken, aynı zamanda ona arzuladığı yerel ustalarla çalışma ve yerel malzemeler kullanma imkanını sunuyor. Kengo Kuma’nın bu Japon kasabasına bağlılığı ün kazanması sonrasında da güçlü bir şekilde devam etmiş. Burada yaşayan mimar bir arkadaşına tavsiye verme amaçlı kasabaya gelen Kengo Kuma, bölge yöneticilerinin kendisine bir otel projesi işi vermesiyle kasabada kalmış ve bu süreçte kasabaya birkaç eser daha bırakmış.
Kengo Kuma, Kumo no Ueno Hotel ismini verdiği bu projesinde de neredeyse tüm projelerinde olduğu gibi hem bölge mimarisi için hem de genel olarak Japon mimarisi için tipik bir malzeme olan sedir ile çalışıyor. Mimarın bölge de yaptığı ilk projede, hala fark edilir derecede postmodernist bir yaklaşım öne çıkıyor. Otelin sörf tahtası şeklinde olan çatısı, Yusuhara’nın"Bulutların Üstündeki Şehir" takma adından dolayı bir buluta benzetilmiş. On yıl sonra tamamlanan bu bina mimar için ileriye doğru atılacak büyük bir sıçramanın başlangıcı oluyor.
Yusuhara’da geçirdiği yıllar boyunca Kuma, çalışmalarını kuramsallaştırmaya başlamış ve mimari anlayış olarak; mütevazi, yerel malzeme ve yöntemlere dayanan ve çevresi ile uyumlu bir yapı tasarlamayı benimsemiş.
Kengo Kuma’nın bu bölgede tasarladığı bir diğer yapı ise daha önce tasarladığı otel ile yerel bir hamamı bütünleştirme amacı ile yapılan işlevsel bir köprü. Oluşturduğu etki işlevinden çok daha ötede olan bu köprüyü modern üst üste istiflenmiş modern lamine ahşapların üzerine bindiği tek bir merkezi sütun taşıyor. Çevresindeki doğaya uyan ve destekleri üst üste yığan bu tasarım, kasabaya bir kent sembolü olarak bir varlık kazandırırken, yerel malzeme kullanımına önemli bir örnek teşkil etmesiyle de Yusuhara kentinde yetişen bu sedir ağaçlarının önemli bir tanıtıcısı olmuş.
Mimarın stilini en belirgin şekilde göz önüne koyan yapılardan bir diğeri ise Çin Seddi yakınlarında bulunan Bambu Evi. Temel kavram olarak coğrafi müdahaleyi en aza indirgemeyi ve mümkün olduğunca yerel malzemelerin kullanmayı ele alan bu tasarımda, ana fikir olarak bambulardan oluşturulan filtre niteliğindeki duvarlar öne çıkıyor. Birincil malzeme olarak bambunun seçilmesinde, katı taşlardan inşa edilen Çin Seddi’nin sınır teşkil etme amacının aksine; doğayı, ışık ve rüzgarla içine alan bir tasarım hedeflenmesi etkili olmuş.
Ahşabı ve geleneksel yöntemleri neredeyse her yapısında öne çıkaran mimarın, bu bağlamdaki bir diğer yapısı da Japonya’nın Minato şehrinde bulunan Sunny Hills isimli bir dükkan. Dışarıdan bakıldığında bir bambu sepetini andıran bu yapıda aynı genişlikteki ahşap kerestelerin çapraz şekilde birbirine dolanarak oluşturduğu bir cepheye sahip. Konut ağırlıklı bir bölgede bulunan yapıda, soft ve sokakla ilişkisi güçlü bir tasarım amaçlanmış.
Ülkemizde son zamanlarda popülerliğini arttıran Odunpazarı Modern Müzesi’nde de Kengo Kuma’nın imzası bulunuyor. Farklı disiplinlerden sergiler ve çeşitli kamusal mekanlar bulunduran yapının tasarımında, çevre ve bölgedeki kereste pazarı ilham kaynağı olmuş. Bölgedeki geleneksel Osmanlı ahşap evlerinin arasında bulunan yapı, çevreyle ve Odunpazarı mirasıyla bağlantı kurmayı hedefliyor.
- "OMM'nin fikri, insanlar ve sanat arasında bir bağlantı oluşturmak için mimariyi kullanmaktı. Odunpazarı'nın tarihi, kültürü, insanları ve sokak manzarasından derinden etkilendik ve binanın birçok düzeyde yankılanmasını istedik. Müzenin Eskişehir'e yeni bir soluk getirerek kentin merkezi ve davetkar buluşma noktası olmasını umuyoruz."
Kengo Kuma’nın tasarladığı bir diğer müze ise İşkoçya’nın Dundee kentinin sahilinde konumlanan "V&A Dundee". Müzede V&A koleksiyonundaki sanat eserlerinin sergilenmesinin yanı sıra, bölgeden çağdaş İskoç sanatı eserleri de sergileniyor ve bu da müzeyi İskoçya'da yeni bir kültür merkezi olması beklenen bir mekan haline getiriyor.
Tay Nehri’ne bakan alanda mimari, çevreyle ilişkiye yeni bir çözüm öneriyor. Mimar, müzenin cephesinde oluşturulan çeşitli gölgeler ve prekast betondan oluşan yatay katmanlarla İskoçya’nın güzel kayalıklarını mimari bir dille yansıtmayı amaçlamış.
Binanın merkezinde oluşturulan büyük yatay "delik" Dundee'nin merkezinden geçen Union Street'i Tay Nehri'nin güzel doğal manzarasına bağlamayı amaçlamış. Çeşitli konser ve gösterilerin yapıldığı bir mekan sağlanarak toplumu canlandırabilecek bir "Oturma Odası" olarak kullanılması niyetiyle oluşturulan bu alan yumuşak bir dokuya sahip yerel ahşapla kaplı büyük bir boşluk olarak tasarlanmış.