Brütalizme Doğu’dan bakmak: Özgün bir mimarlık arayışı
Brütalist mimarlığa olan ilgi, özellikle son dönemlerde sosyal medya ve sanat sever kitleler arasında altın çağını yaşıyor. Yalnızca mimarlar ve sanatçılar değil, her kesimden birçok insan brütalist yapıların tinselliğinden ve estetik biçiminden ilham alıyor; bu konuda araştırmalar ve incelemelerde bulunuyor. Hâl böyleyken, üsluba karşı olan ilginin bir bağlama oturması, büyük bir önem kazanmakta. İşte tam da bu sebeple, brütalizmi anlamak yolunda Molchat Doma’dan bir şarkı açıyor ve kalemi elime alıyorum.
Böylesine geniş bir kapsamda kaybolmamak için, onu temel parçalara ayırıp tutarlı bir ilişkiyle incelemek işimizi kolaylaştıracaktır. Brütalizmi; ‘’rasyonel bir temel ile, endüstriyel estetik ve malzemelerin dışavurumuyla biçimlenmiş, modernist bir mimari anlayış’’ olarak açıklayabiliriz. Fakat bu üslubun öznel niteliğini ve varoluşunu tam manasıyla kavrayabilmek için, öncelikle onu ‘modern’leştiren köklerinin değişken gelişim sürecini anlamak gerekir.
Mimaride modernizm; 19.yüzyıl mimarlık ortamındaki baskın eklektik, tezyinatçı ve tarihselci anlayışa bir tepki olarak; yalın ve akılcı düşünce temelinde, fonksiyon öncelikli olarak gelişmiş bir üslup anlayışıdır. 20. Yüzyıl başlarından itibaren yetkin örneklerini veren bu üslup, erken dönemlerinde dahi farklı coğrafya ve sosyolojik şartlara göre farklılaşmalar yaratmıştır. Tüm bu girift üretim sürecini, tekil bir coğrafya ve yapı özelliğine bağlayabilmek mümkün değildir. Bunun sonucu olarak; sanat okulları ve konuyla ilgili akademik eğitimde; ekseriyetle Batı Avrupa merkezci bir mimarlık ve sanat anlatımı hakimdir. Fakat bu bölgesel odaklı mimarlık anlatımı, çeşitli sorunları da beraberinde getirmektedir.
İşte bu yazıda da amaç, genel mimarlık tarihi ve sanat anlatımında üstünde pek durulmayan coğrafyaların örnekleriyle, batıya doğudan bakan bir modernizmin, brütalist üslup özelinde yaklaşımlarını sergilemek; bu vesileyle tarihte yerini almış alternatif bir mimarlık ortamına ışık tutmak olacak.
Doğuda modernist mimarlığı şekillendiren 3 temel tarihsel dönemden bahsedebiliriz. Bu aralıklar, elbette ki sınırları keskin çizgilerle çekilmiş hatlardan oluşmamaktadır; dönemler arasında geçişler doğal bir süreçle ilerlemiştir. Fakat genel anlamda, modernizmin Doğuya ithalinde, her kurumunda görülen müphem ve kendine özgü durum, mimari için de geçerli olmuştur ve mimarlık da kendine özgün durumunu yaratmıştır.
1) 1920- 1930’lar arası Konstrüktüvist Dönem
1920’lerin başıyla birlikte özellikle Rusya’da gelişmeye başlayan Konstrüktivist mimarlık, batıdaki erken modernist örneklerinin yapı prensipleriyle temelde parelel bir uyum içindeydi. Konstrüktivist yapılar, yalın cepheleri ve rasyonel estetik anlayışının yanında, dinamik hacimsel kurguları ve yapıda vücut bulmuş endüstriyel göndermeleri ile özgün bir fütürist kimlik de taşıyordu. Konstrüktivistler, sanatları vasıtasıyla modern dünyaya yeni bir insan inşa etmek istiyorlardı. Bu yeni insanın yapıları da kendi gibi özgün olmalıydı. Fakat 1930’lu yılların sonuna yaklaştıkça coğrafyada tarihselci referanslar tekrar mimarlık ve sanat ortamına hakim olmaya başladı. Konstrüktivist kimlik, bir süre daha tekil yapılarda yaşasa da özellikle kentsel ölçek ve yapılaşmada izleri gitgide kayboldu. Üslubu takip eden birçok sanatçı ve mimar, bu dönemde kendi sanat anlayışlarına uygun üretim alanı bulamadıklarından, özellikle SSCB ve etki alanı coğrafyasından Avrupa ülkeleri ve ABD gibi ülkelere göç ederek, buralarda modern mimari ve sanat üretimlerine devam ettiler.
2) 1930-50’ler arası Tarihselci- Eklektik Dönem
Bu dönemde erken modernist mimarlık üslubu, hala benzer radikal ilkeleri ile mimarlık üretimine devam ederken, diğer yandan Avrupa coğrafyasında Almanya ve İtalya’da, yakın coğrafyamızda ise SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde tarihselci ve eklektik yaklaşımlar tekrar mimarlık ortamının ana eksenine girmiştir. Aslında bu yaklaşım, ülkelerin ideolojik bir seçimi olmakla beraber, temel olarak eskiye ait ahlak ve yaşam ilkelerinin mekân bağlamıyla diriltilmesi amacıyla kullanılmıştır.
3) 1955-1991 arası Toplumcu- Rasyonalist Dönem
Bir önceki başlıkta işlenen tarihselci- eklektik mimarlık anlayışının zaman geçtikçe kendine özgü problemleri kitleler arasında ciddi bir şekilde hissedilmeye başladı. Bu şatafatlı mimarlık anlayışının getirdiği yüksek maliyetler özellikle kamusal projelerde çok ciddi bir ekonomik zorluk yaratıyordu. Soğuk savaş ortamının getirdiği ekonomik zorluklar, konut arzı ve şehirleşme çalışmaları, toplumu daha sürdürülebilir ve hızlı bir mimarlık üretiminin keşfine itti. Bir diğer yandan ise, hakim mimari anlayıştaki klasik kimlik, çağın ruhuyla örtüşen bir tinsellikte değildi. Modern ulaşım teknolojilerinin, atom enerjisinin, uzay araştırmalarının ve devrim niteliğinde birçok bilimsel gelişmenin üretildiği şehirlerin mimari üslubu, böylesine stabil ve klasik bir anlayışla inşa edilemezdi.
1955 yılında SSCB Merkez Komitesi, ‘’Mimaride yararsız üslupsal unsurların’’ terk edildiğine dair bir bildirge yayınladı. Bu tarihten sonra oldukça geniş bir coğrafyada mimari yönetmelikler, modüler, ekonomik ve rasyonel bir mimarlık anlayışına yönelik olarak revize edildi. Yeni bir dönemin ışığında ve yeni bir stil arayışındaki mimar ve sanatçılar, bu çabanın özünü, erken modern dönem konstrüktivistlerinin anlayışında yeniden keşfetti. Bu yeni üslup, aslında modernizmin unutulan temel ilkelerine geri dönüş olacaktı. Fakat bu anlayışı taklitçilikle değil, olağan özgünlüğü ve deneyselliğiyle icra etmeliydiler. Modern ve ekonomik bir yapı unsuru olması, esnek bir form kullanımına imkan sağlarken aynı zamanda modüleriteye de uyumu sayesinde beton, bu dönemin temel yapı malzemesi oldu. Brütalist üslubun coğrafyadaki en özgün ürünleri yine bu dönemde verildi.
Bu dönemden sonra ise, dünyadaki genel konjonktür değişimleri ve tek kutuplu bir dünya anlayışının getirdiği süreçle beraber, tüm coğrafyalarda benzer mimarlık üretim ve anlayışları egemen olmuştur. Bir zamanlar büyük ideallerin ve şehir kimliklerinin başat göstergesi olan beton cepheler, radikal kütleler; artık tam aksine sıradanlığın, tekdüzeliğin ve depresifliğin bir sembolü gibi algılanmaya başlamıştır. Bu özgün mimarlık anlayışı, tarihin belirli bir döneminde tüm ihtişamıyla parlamış, aynı büyüklükle de sönmüştür. Bugün bir yandan günümüzün şehirleri kendi estetik ve kimlikleriyle yükselirken, diğer yandan yazımızın konusu olan yapılar, kimi coğrafyalarda uyumlu bir birliktelikle yaşarken, kimi yerlerde ise çürümeye terk edilmekte, unutulmaya yüz tutmaktadır. Değişken estetik algılar ve yaklaşımlar tartışıladursun; bir gerçek vardır ki tarihin anlatısı her zaman için değerlidir.