Umberto Eco'yla İstanbul'u gezmek

SEDAT BORNAVALI
Abone Ol

İstanbul Eco’nun iyi tanıdığıbir kent. 1998 yılındabir yayın kuruluşunundavetlisi olarak kızıylabirlikte kentimize gelmiş vebirkaç gün kalmıştı. 1994yılında yayınlamış olduğuÖnceki Günün Adası’ndansonra bir süreliğinesessizliğe bürünen Eco’nun2000 yılında yazacağıBaudolino’ya da büyükkatkıda bulunan bir ziyaretti.Ardından Baudolino’daİstanbul’a uzun sayfalarboyunca yer vermişti.

İstanbul’a bir sonraki ziyaretini ise 2013 yılında yaptı. Değerli kültür insanı, dönemin İtalyan Kültür Ataşesi Maria Luisa Scolari’nin ısrarlı davetleri sonucunda biraz da önceki seyahatinde yanında bulunmayan eşinin de İstanbul’u görmesini istediği için böylesi yoğun bir isim için önemli sayılabilecek beş günlük bir süreyi şehrimize ayırdı.

Dünya kamuoyunun gündemine Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi romanlarıyla giren İtalyan yazar, aynı zamanda Orta Çağ estetiği ve göstergebilim dalının ustalarındandır.

Dr. Scolari, Eco’nun ağırlanması konusunu tümüyle bana emanet etmek istediğini söylediğinde doğal olarak çok heyecanlandım. Programı bizzat yapmamı, gezdirecek rehberleri seçmemi ve görevlendirmemi, yönlendirmemi istedi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun öğrencilerimizden rehberlik mesleğini seçenlere öncelik vermeyi değerlendirdim. Onlar için olağanüstü bir deneyim ve anı olarak kalacağını hayal ettim ancak ziyaret dönemi nisan ayına, turizmin çok yoğun olduğu tarihlere denk geldiği için organizasyonda zorlandım ve diğer tüm işlerimi bırakarak Eco’ya tüm süre boyunca bizzat eşlik ettim.

Baston yardımıyla yürüdüğü için fazla uzun mesafeler kat etmeyi arzulamıyordu. Katılacağı halka açık iki sohbetten bir tanesi Tepebaşı’ndaki İtalyan Kültür Merkezi’ne çok yakın olan Pera Palace’da konaklıyordu. Türk edebiyatının önde gelen isimleriyle de kültür merkezinde buluşuyor otele dönüp tekrar gelmesi kısa zaman alıyordu.

Orhan Pamuk’la buluşup sohbet ederek gezdiği Masumiyet Müzesi de hiç uzakta değildi.

İstanbul’a önceden gelmiş hem de çok iyi araştırmış olduğu için (eminim genel kültüründen de şüphe duyanımız yoktur) gezdiğimiz yerlerde uzun uzun yürüyüşler ve anlatımlar arzulamıyordu. Daha ziyade eşinin kenti gezmesi öncelikli gibiydi. Bu aşamada birçok insanın hayal bile edemeyeceği anları yaşamaya başladım: Gittiğimiz yerlerde hanımefendi en temel bilgileri edindikten sonra yalnız başına dolaşıyor, fotoğraf çekiyor, biraz alışveriş yapıyordu; Eco ise çay kahve içerek çevreye bakmayı ve sohbet etmeyi yeğliyordu. Yani benim için her ziyaret belli başlı bilgileri aktardıktan sonra Eco’yla yeni bir sohbet fırsatı anlamına geliyordu. Kentimi tanıtırken mecburen her zaman tek yönde anlatım yapan, arada sorulara yanıt vererek biraz etkileşim yaşayan bir rehber olarak bu kez kısa tanıtımdan sonra dinleyen hem de Eco’yu dinleyen ve onun 360 derece, renkli dünyasındaki ayrıntılara dayalı sorularına yanıt veren bir konuma gelmiştim.

Eco, 1971'de Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaya başladı.

Eco’yu ve onun labirent diye tanımlayabileceğim zihin kıvrımlarıyla engin zekasını tanımanın pek kolay kimseye nasip olmayacak anahtarı da bu beş gün boyunca süren sohbetler oldu.

İstanbul’da görmeyi beklemedikleri için İtalyan turistlerin bile emin olamayıp meraklı gözlerle baktıktan sonra uzaklaşması ilgiden yorulan Eco’nun da benim de avantajımaydı çünkü sohbetlerimiz hemen hiç kesilmedi. Kendi dünyasında ise onun sohbetinden yararlanmaya çalışanların sürekli araya girmesi nedeniyle kesintisiz düşünemediğinden yakınıyordu.

Etkinliklerde önünde oluşan kuyruklar nedeniyle yorulmuştu ve imza atmayı sevmiyordu. Diğer yandan kendi arkadaşlarımla irtibat kurmama, kafelere, restoranlara ellerinde kitaplarla gelmelerine izin verdi, hepsini imzaladı. Her zamanki nüktedan yaklaşımıyla, kendisinden imza istemeyişimi "Hata ettin; vaz geçmen için önemli bir bedel ödemeye hazırdım." ifadesiyle takdir etmişti. Bunun gibi birçok vesileyle direkt değil her zaman dolaylı konuştuğunu gözlemledim. Konuşmaktan ziyade düşünme yönteminin bu olduğunu, birkaç hamle sonrasını da kurgulamadığı veya geri doğru referansları vurgulamadığı zaman sadece noktasal düşünce ve ifadelerle kendini eksik hissettiğini fark ettim.

Yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanınmaktadır.

Askerde okumak üzere birliğime onun bir kitabını götürdüğümü ve içeri girebilmesi için "komutan imzası" aldığımı öğrenmesiyle "en kıymetli nüsha" esprisi yaptı. Ne de olsa Eco imzalı örneklerden çok sayıda bulmak mümkünmüş.

Birlikte geçirdiğimiz günler ve hep iç içe geçen sohbetler sırasında daha lise çağımda okumuş olduğum Gülün Adı’nın yazarıyla, onun zihniyle karşı karşıya olduğumu hissetmekten daha öte bir duygu mümkün değildi.

Böyle bir isimle bir araya gelirken ilk başlarda biraz çekingenlik, biraz gerginlik oluşması kaçınılmaz ancak Eco bunu da hızla çözmek için adımları kendisi attı. Bu duruma çok alışık olduğu belli gibi görünüyordu. "Benim gibi bir şövalye olduğunuzu duydum, sizi yakından daha tanımak isterim" cümlesi daha ilk dakikalardan itibaren, doğasında mevcut tevazuunun da simgesi oldu. Bir süre sonra "sen" hitabına geçme kararı aldık. Ama itiraf etmeliyim ki bu anlaşmaya o hep uyarken ben hiç uyamadım; "siz" demeyi sürdürdüm.

  • 1991 yılında Eco’nun Bologna Üniversitesi’nden bir öğrencisiyle tanışmıştım.

Eco hakkında çok olumsuz, çok kibirli bir portre çizmişti. Diğer tüm profesörlerin öğrencilerle görüşme saatleri varken "kendileri tenezzül etmez" demişti. İster istemez etkilenmiştim. Belki de başlangıçtaki gerginliğime bu sabıkası da etki etmişti. Bir kafede otururken yeri geldi, Eco konuyu kendi açtı; öğrencilerin paylaştığı sorunların onu çok derinden etkilediğini, görüşme sonralarında da kendini kolay çekip çıkaramadığını o yüzden üniversiteye, okurlara olan saygısından ötürü zihnini uzak tutup zinde ve üretken kalabilmek için gençlerle bire bir uzun uzun dertleşemeyişinin üzüntüsünü paylaştı. Görünenin ardında her zaman birçok görünmeyen şey de olabiliyor. 20 yılı aşkın süre sonra bir tesadüf eseri bu ayrıntıyı da öğrenmek çok iç rahatlatıcı oldu.

İlk sabah otel lobisinde birbirimizi tanımak ve isteklerini anlamak için sohbet ederken her yeri görmüş olduğunu ve eşi için gezeceğini, İstanbul gezisinden bir beklentisi olmadığını ilk anda ifade etti. Şanslı günümde olduğum için uzun süredir kapalı bulunan ve TÜRSAB sponsorluğuyla benim yönetimimde o dönemde restorasyonu süren tarihi İtalyan İşçi Cemiyeti "Garibaldi" binasını sordum. Bugün artık Devlet Tiyatroları Garibaldi Sahnesi olarak hizmet eden bu yapıyı ziyaret etmediğini söyledi hatta buna hayli içerledi. Böylesi önemli bir yapının daha önceki ziyaret programına dahil edilmeyişine üzüldüğünü gözlemledim ve üzüldüm. Ancak ona verebilecek ufak bir hediyeye dönüşebilmesi mutlu ediciydi. "Pazar günü açık mıdır?" sorusunun şaka mı ciddi mi olduğunu hâlâ bilmiyorum. Hemen kendi anahtarımızla açtık ve uzun uzun gezdik. Onlarca basamak merdivene hiç aldırmadı. Tarihi kütüphanede geçirdiği zamana hiç yanmadığı belli oluyordu.

Tarihçi, filozof, Orta Çağ uzmanı, James Joyce üzerine derin araştırmalar yapmış bir yazardır.

Hartmann Schedell’in 1493 tarihli "Nürnberg Kroniği"nin İstanbul haritasının renkli nüshasını gördüğünde "siz kazandınız bendeki nüsha siyah beyaz" demesi kendi kütüphanesi hakkında hemen bir fikir verdi.

Tarihi eserleri yakından tanıdığı için özellikle ülkemizi, insanımızı daha yakından tanımak için sohbet etmek istiyordu. Bu arada bazen hiç anlam veremediğim sorular soruyordu, örneğin "Annen şu kişiyle tanışır mı, görüşür mü?" "Baban da Boğaziçi Üniversitesi mezunu demiştin değil mi?" gibi sorularına anlam veremiyordum. Neden sorduğunu, bağlamsız merakların nereden çıktığını sorgulamak yerine "hayır", "evet" şeklinde yanıtlar verdim. Merak ettiğimi itiraf etmeliyim ama sorgulanmayı sevmediğini hissediyordum. Sorduğu tüm soruların yanıtlarını sonraki günlerde farklı esprilerde kullandığını, birbirine girift şekilde eklediğini hissetmekse paha biçilemezdi.

En son gün bütün sorularını ve yanıtlarını baştan sona tekrar etti ve kendimi bir tür katilin kimliğine ulaşan Hercule Poirot simülasyonunun içinde bulduğumu fark ettim. O anda Pera Palace’taki son sohbetimizin Agatha Christie bağlamında ve biraz da onun üslubunda olması kadar doğal bir durumu fark edemediğime şaşırdım. Beş gündür bu ağları örmekteymiş. Sonra simülasyon devam etti: "Ben ayrıldıktan sonra lütfen şu anahtarla açacağın odaya git; senin için bırakılanları bulacaksın". Odasında bana hiç fark ettirmeden o ana kadarki sohbetlerimizin ışığında hazırlamış olduğu hediyeleri bırakmış. Yıllar sonra bir medyumca ortaya çıkarılan ve Agatha Christie’nin yaşamındaki gizemli 11 günü aydınlatan oda anahtarını hatırlatan bir hamleymiş. Beraber geçirdiğimi günlerdeki sohbetlerin gizemini Eco’nun oda anahtarı çözmüştü: Vedasını bile daha gezmeye başladığımız günden kurgulamaya girişmişti.

Yazarın ilk romanı Gülün Adı 1980'de yayımlandı.

Çok gurur verici şekilde irtibatımız geçen yıllar içinde kopmadı. Son e-postası vefatından bir ay kadar önce "ömrüm vefa ederse tekrar geleceğim" olmuştu. Etmedi.

Gülün Adı filmi hakkında hiçbir sorumluluğu olmadığını düşünüyor ve film üzerine konuşmaktan hiç hoşlanmıyordu. "Tümüyle farklı bir dalda, mutlaka önemli bir sanat eseri" olduğunu düşündüğü bu eserle ilgili muhatabın yönetmen olduğunu ısrarla iddia ediyordu. Ancak film hakkındaki takdirinin gönülden mi ironik mi olduğunu sorma cesareti bulamadım.

Eco için çevirmenlik görevi de üstlenince onun gibi bir devin olağanüstü renkli diliyle doğrudan karşı karşıya da geldim ve kaygılandırıcı bir haber aldım: Akademik dünyada sık görülen ve hiç hoşlanmadığım bir alışkanlığı beni şaşırtan şekilde sürdürdüğünü, konferanslarını yazılı olarak hazırladığını ve büyük ölçüde kâğıttan okumayı, en azından takip etmeyi yeğlediğini söyledi.

Kâğıttan okunan uzun ağdalı cümleleri anında simültane olarak çevirmek hele ki lisan kullanımı Eco düzeyinde olduğunda, alınacak lezzeti çok azaltabilecek bir zorluk hâline dönüşebilir. Neyse ki birçok konuşmasını "konferans" değil de "sohbet" saydığı için anladığım kadarıyla kâğıt kullandığı etkinlikler azınlıkta kalıyordu. Türkiye’deki toplantılarının her ikisi de sohbetti: Birincisi, mezunu olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. yılı etkinlikleri kapsamındaydı ve Orhan Pamuk’la İngilizce gerçekleştirildi. İkincisi ve büyük keyif aldığını belirttiği ise İtalyan Kültür Merkezi tiyatro salonunda okurlarıyla serbest soru cevap şeklinde ve İtalyanca yapıldı. Orhan Pamuk’la sohbetten hoşlanmadığı düşünülmesin. Onunla baş başa uzun uzadıya söyleşme fırsatını zaten Masumiyet Müzesi’nde bulmuştu diye belirtmiştik.

Özellikle Baudolino adlı eserinde Bizans ve IV. Haçlı Seferi hakkındaki anlatıları sürükleyicidir.

İstanbul’un en unutulmaz betimlemeleri arasında yer alan Edmondo de Amicis’in kitabının yeni baskısına yazdığı önsözde rehberle gezmeyi değil şehirlerde kaybolmayı yeğlediğini belirtmişti. Yıllar sonra İstanbul’da kendi sözleriyle hesaplaştığını, bir rehberle gezmenin de birçok başka keşfe fırsat verdiğini söyledi. İltifatsa bile, bana bugüne değin yetti.

İstanbul’dan Umberto Eco geçti.